Ve asla buzluktan bir şey alıp çözmezdi. Kullandığı bütün malzemeler tazeydi. Beraber köfte yaptık. Soğan ve sarımsak doğradık. Bana, "Mutfağa doğal bir yatkınlığın var", dedi ve ben, "Sahi mi?" dedim ve, "Müstakbel bir aşçıya yemek pişiriyorum", dedi. Kıymayı küçük topaklar haline getirip fırına koyduk. Şarap içerdi, karton kutudan değil ama, şişeden, kırmızı şarap. "Bunu anneme pişirebilir miyim sence?" "Parmaklarını yer." "Sahi mi?" "Kesinlikle." Köfteler hazır olduğunda ben, arkadaşım ve annesi oturup büyük bir iştahla yemeye başladık. "Çok lezzetliler, değil mi" diye sordu annesi. "Ben bayıldım", dedim, ona gülümseyerek. "Fena değiller", dedi arkadaşım, başını tabağından kaldırmadan. Anneme alışveriş listesini verdim ve bana gereken bütün malzemeleri satın aldı. Sarımsağı doğrarken beni seyrediyorlardı. "Şuna bak", dedi erkek arkadaşı, "yemeğe taşaklarını katıyor." "Buzluktan bir şeyler çözmek yok", dedim. "Kimin oğlusun sen?" dedi annem, romatizmalı bileklerini ovuşturup bir ağrı kesici daha alarak. Öğleden sonrayı piyanoda şarkı çalmaya çalışarak geçirmişti ve çalışından hiç memnun kalmamıştı, küfredip içiyordu. "Benim oğlum ya buzluktan bir şeyler çözer ya da sonuna kadar gider." "Hastanede bir karışıklık oldu belki", dedi O. "Siz birbirinize benzemiyorsunuz aslında." Sarımsağı kıymayla soğanın üstüne boşalttım. Biraz zeytinyağı döktüm, arkadaşımın annesinden öğrendiğim gibi. Her şeyi büyük bir çanağa boca edip yoğurmaya başladım. Ellerimin vıcık vıcık olmasından hoşnut değildim, fakat hep birlikte masaya oturup yemek yediğimizde buna değecekti. Birkaç köfte yuvarladım, golf topundan biraz daha büyük. "Karışıklık yok", dedi annem. "Onu evlat edindim." "Onu evlat edinmedin", dedi O. "Onu sokakta terk edilmiş olarak bulmadın mı?". "Doğru. Otobüs durağında buldum." "Kesekağıdının içinde",dedi O. Bir sonraki köftem yuvarlak olmadı, yumurta biçimindeydi. Annem güldü ve, "Sen bunu hatırlıyor musun, bebeğim? Seni otobüste bulduğum günü?" Başımı sallayıp köfteleri daha hızlı yuvarlamaya başladım. "Kesekağıdının içinde üşümüşsündür herhalde", dedi O. "Titriyordu onu bulduğumda." "Öz annesi ondan neden kurtulmak istemiş olabilir sence?" Köftelerim küçük kürelerden çok geometrik çarpıklıkları andırıyordu artık. Tuhaf canavarlar. "Gençti belki", dedi annem. "Yoksuldu belki", dedi O. Son canavarı da yuvarladıktan sonra hepsini tavaya boşalttım. Kısık ateşte pişirmem gerekiyordu, fakat öyle yapmadım, bir an önce seslerini kesip yemeleri için onları çabuk pişirmek istedim. Üstlerine yağ döküp tavayı ileri geri salladım. "Ama şimdi çok memnunum böyle bir meleğim olduğu için," dedi, romatizmalı elini omzuma koyarak. "Sen ne düşünüyorsun?". "Ne hakkında?" "Sence annen seni neden otobüs durağına bıraktı?" Köfteler cızırdadı. Tavayı salladım yine. "Beni istemediği için." "Değiştirelim bu konuyu," dedi annem. "Zamanını bana ayırmak istemedi." "Okul nasıldı bugün?" diye sordu annem. "Hayatının bensiz daha iyi olacağını düşündü." Köftelerin birkaçı çatlayıp dağıldı. Bazıları tavaya yapıştı. Tavayı sallamam gerekirdi, ama öylece durup köftelerin yanmasına izin verdim. Annem bardağına içki koydu. "Annen sana okulu sordu," dedi O. "Okul iyi." "Köfteleri yakıyorsun," dedi annem, bir spatula kapıp köfteleri çevirerek. Çoğu küçük parçalara ayrılmış, mutfağı duman basmıştı. "Anasının oğlu," dedi O. "Yemeğin harikulade olacağından hiç kuşkum yok." "O benim annem değil," dedim. "Unuttun mu?" "Sana takılıyorduk sadece," dedi annem. "Ağzını topla," dedi O bana. "Bebeğim," dedi annem, "masayı kurar mısın?" Kömürleşmiş köfteleri tavada gezdirdi. "Beni otobüs durağında buldu, unuttun mu?" "Kes artık," dedi O. "Kavga etmeyin," dedi annem. Ben masaya tabakları, çatalları ve kağıt peçeteleri koyarken O gözlerini bana dikti. Tepesi atacak sandım ama atmadı. "İştahımı yitirdim," dedi. Mutfaktan çıkıp garaja gitti. Annem bana sahte bir gülümsemeyle baktı. Tavayı getirip köfteleri tabaklarımıza koydu. Bazıları yanmıştı, bazıları hâlâ hafif pembeydi, hiçbiri yenecek gibi değildi. Oturduk. İkimiz de çatallarımızı almadık. "Üzgünüm," dedi. "Niçin?" Elimi tutup ağzına götürdü. Öptü. "Birkaç tako çözmemi ister misin?" Tabaklarımızı evyeye bıraktı, buzdolabına gitti, buzluğu açtı ve, "Kahretsin. Tako kalmamış," dedi. Dudaklarını büzdü. Buzluğu kapatıp buzdolabının içine baktı ve başını salladı. Sonra dolaplardan birini açtı. "Cips ister misin?" "Burger King'e gidebilir miyiz?" "Bebeğim, içiyorum ve denetimli serbestlik süresi henüz dolmadı. Araba süremem." Cips torbasını getirip aramıza koydu. "Voilá," dedi. "Akşam yemeği hazır." "Hadi bebeğim. Bir gülümseme bana," dedi. Denedim.
Alıntı Belleği
Altı çizili yerler; ana fikirler, önemli tespitler, yararlı bilgiler, edebi parçalar ...
22 Kasım 2017 Çarşamba
Ev Yemeği
Bir keresinde annem ile erkek arkadaşı için yemek pişirmek istediğimi söyledim.
"Mümkün değil", dedi o. "Yemek pişirme yeteneği irsidir."
Annem güldü, ağzındakini püskürtecekti az kalsın.
Değil yemek pişirmek, donmuş yemekleri bile zar zor çözdüğünü herkes bilirdi. "Sen ona kulak asma, bebeğim. Bizim için yemek pişirmeni çok isteriz."
"Kendi adına konuş", dedi o. "Ben hayatımdan endişe ediyorum."
Haftada en az bir kez en yakın arkadaşımın evinde akşam yemeği yerdim. Sadece o ve annesi olurdu; babası başka şehirde yaşıyordu. Annesi çok tatlı bir kadındı, bana sadece adıyla hitap etmemi söylemişti. Onunla yemek pişirmeme izin verirdi. Bana omlet çevirmeyi öğretti. Ekmeği yakmadan içindeki peynirin tamamen eridiği peynirli tost yapmayı öğretti.
Ve asla buzluktan bir şey alıp çözmezdi. Kullandığı bütün malzemeler tazeydi. Beraber köfte yaptık. Soğan ve sarımsak doğradık. Bana, "Mutfağa doğal bir yatkınlığın var", dedi ve ben, "Sahi mi?" dedim ve, "Müstakbel bir aşçıya yemek pişiriyorum", dedi. Kıymayı küçük topaklar haline getirip fırına koyduk. Şarap içerdi, karton kutudan değil ama, şişeden, kırmızı şarap. "Bunu anneme pişirebilir miyim sence?" "Parmaklarını yer." "Sahi mi?" "Kesinlikle." Köfteler hazır olduğunda ben, arkadaşım ve annesi oturup büyük bir iştahla yemeye başladık. "Çok lezzetliler, değil mi" diye sordu annesi. "Ben bayıldım", dedim, ona gülümseyerek. "Fena değiller", dedi arkadaşım, başını tabağından kaldırmadan. Anneme alışveriş listesini verdim ve bana gereken bütün malzemeleri satın aldı. Sarımsağı doğrarken beni seyrediyorlardı. "Şuna bak", dedi erkek arkadaşı, "yemeğe taşaklarını katıyor." "Buzluktan bir şeyler çözmek yok", dedim. "Kimin oğlusun sen?" dedi annem, romatizmalı bileklerini ovuşturup bir ağrı kesici daha alarak. Öğleden sonrayı piyanoda şarkı çalmaya çalışarak geçirmişti ve çalışından hiç memnun kalmamıştı, küfredip içiyordu. "Benim oğlum ya buzluktan bir şeyler çözer ya da sonuna kadar gider." "Hastanede bir karışıklık oldu belki", dedi O. "Siz birbirinize benzemiyorsunuz aslında." Sarımsağı kıymayla soğanın üstüne boşalttım. Biraz zeytinyağı döktüm, arkadaşımın annesinden öğrendiğim gibi. Her şeyi büyük bir çanağa boca edip yoğurmaya başladım. Ellerimin vıcık vıcık olmasından hoşnut değildim, fakat hep birlikte masaya oturup yemek yediğimizde buna değecekti. Birkaç köfte yuvarladım, golf topundan biraz daha büyük. "Karışıklık yok", dedi annem. "Onu evlat edindim." "Onu evlat edinmedin", dedi O. "Onu sokakta terk edilmiş olarak bulmadın mı?". "Doğru. Otobüs durağında buldum." "Kesekağıdının içinde",dedi O. Bir sonraki köftem yuvarlak olmadı, yumurta biçimindeydi. Annem güldü ve, "Sen bunu hatırlıyor musun, bebeğim? Seni otobüste bulduğum günü?" Başımı sallayıp köfteleri daha hızlı yuvarlamaya başladım. "Kesekağıdının içinde üşümüşsündür herhalde", dedi O. "Titriyordu onu bulduğumda." "Öz annesi ondan neden kurtulmak istemiş olabilir sence?" Köftelerim küçük kürelerden çok geometrik çarpıklıkları andırıyordu artık. Tuhaf canavarlar. "Gençti belki", dedi annem. "Yoksuldu belki", dedi O. Son canavarı da yuvarladıktan sonra hepsini tavaya boşalttım. Kısık ateşte pişirmem gerekiyordu, fakat öyle yapmadım, bir an önce seslerini kesip yemeleri için onları çabuk pişirmek istedim. Üstlerine yağ döküp tavayı ileri geri salladım. "Ama şimdi çok memnunum böyle bir meleğim olduğu için," dedi, romatizmalı elini omzuma koyarak. "Sen ne düşünüyorsun?". "Ne hakkında?" "Sence annen seni neden otobüs durağına bıraktı?" Köfteler cızırdadı. Tavayı salladım yine. "Beni istemediği için." "Değiştirelim bu konuyu," dedi annem. "Zamanını bana ayırmak istemedi." "Okul nasıldı bugün?" diye sordu annem. "Hayatının bensiz daha iyi olacağını düşündü." Köftelerin birkaçı çatlayıp dağıldı. Bazıları tavaya yapıştı. Tavayı sallamam gerekirdi, ama öylece durup köftelerin yanmasına izin verdim. Annem bardağına içki koydu. "Annen sana okulu sordu," dedi O. "Okul iyi." "Köfteleri yakıyorsun," dedi annem, bir spatula kapıp köfteleri çevirerek. Çoğu küçük parçalara ayrılmış, mutfağı duman basmıştı. "Anasının oğlu," dedi O. "Yemeğin harikulade olacağından hiç kuşkum yok." "O benim annem değil," dedim. "Unuttun mu?" "Sana takılıyorduk sadece," dedi annem. "Ağzını topla," dedi O bana. "Bebeğim," dedi annem, "masayı kurar mısın?" Kömürleşmiş köfteleri tavada gezdirdi. "Beni otobüs durağında buldu, unuttun mu?" "Kes artık," dedi O. "Kavga etmeyin," dedi annem. Ben masaya tabakları, çatalları ve kağıt peçeteleri koyarken O gözlerini bana dikti. Tepesi atacak sandım ama atmadı. "İştahımı yitirdim," dedi. Mutfaktan çıkıp garaja gitti. Annem bana sahte bir gülümsemeyle baktı. Tavayı getirip köfteleri tabaklarımıza koydu. Bazıları yanmıştı, bazıları hâlâ hafif pembeydi, hiçbiri yenecek gibi değildi. Oturduk. İkimiz de çatallarımızı almadık. "Üzgünüm," dedi. "Niçin?" Elimi tutup ağzına götürdü. Öptü. "Birkaç tako çözmemi ister misin?" Tabaklarımızı evyeye bıraktı, buzdolabına gitti, buzluğu açtı ve, "Kahretsin. Tako kalmamış," dedi. Dudaklarını büzdü. Buzluğu kapatıp buzdolabının içine baktı ve başını salladı. Sonra dolaplardan birini açtı. "Cips ister misin?" "Burger King'e gidebilir miyiz?" "Bebeğim, içiyorum ve denetimli serbestlik süresi henüz dolmadı. Araba süremem." Cips torbasını getirip aramıza koydu. "Voilá," dedi. "Akşam yemeği hazır." "Hadi bebeğim. Bir gülümseme bana," dedi. Denedim.
Ve asla buzluktan bir şey alıp çözmezdi. Kullandığı bütün malzemeler tazeydi. Beraber köfte yaptık. Soğan ve sarımsak doğradık. Bana, "Mutfağa doğal bir yatkınlığın var", dedi ve ben, "Sahi mi?" dedim ve, "Müstakbel bir aşçıya yemek pişiriyorum", dedi. Kıymayı küçük topaklar haline getirip fırına koyduk. Şarap içerdi, karton kutudan değil ama, şişeden, kırmızı şarap. "Bunu anneme pişirebilir miyim sence?" "Parmaklarını yer." "Sahi mi?" "Kesinlikle." Köfteler hazır olduğunda ben, arkadaşım ve annesi oturup büyük bir iştahla yemeye başladık. "Çok lezzetliler, değil mi" diye sordu annesi. "Ben bayıldım", dedim, ona gülümseyerek. "Fena değiller", dedi arkadaşım, başını tabağından kaldırmadan. Anneme alışveriş listesini verdim ve bana gereken bütün malzemeleri satın aldı. Sarımsağı doğrarken beni seyrediyorlardı. "Şuna bak", dedi erkek arkadaşı, "yemeğe taşaklarını katıyor." "Buzluktan bir şeyler çözmek yok", dedim. "Kimin oğlusun sen?" dedi annem, romatizmalı bileklerini ovuşturup bir ağrı kesici daha alarak. Öğleden sonrayı piyanoda şarkı çalmaya çalışarak geçirmişti ve çalışından hiç memnun kalmamıştı, küfredip içiyordu. "Benim oğlum ya buzluktan bir şeyler çözer ya da sonuna kadar gider." "Hastanede bir karışıklık oldu belki", dedi O. "Siz birbirinize benzemiyorsunuz aslında." Sarımsağı kıymayla soğanın üstüne boşalttım. Biraz zeytinyağı döktüm, arkadaşımın annesinden öğrendiğim gibi. Her şeyi büyük bir çanağa boca edip yoğurmaya başladım. Ellerimin vıcık vıcık olmasından hoşnut değildim, fakat hep birlikte masaya oturup yemek yediğimizde buna değecekti. Birkaç köfte yuvarladım, golf topundan biraz daha büyük. "Karışıklık yok", dedi annem. "Onu evlat edindim." "Onu evlat edinmedin", dedi O. "Onu sokakta terk edilmiş olarak bulmadın mı?". "Doğru. Otobüs durağında buldum." "Kesekağıdının içinde",dedi O. Bir sonraki köftem yuvarlak olmadı, yumurta biçimindeydi. Annem güldü ve, "Sen bunu hatırlıyor musun, bebeğim? Seni otobüste bulduğum günü?" Başımı sallayıp köfteleri daha hızlı yuvarlamaya başladım. "Kesekağıdının içinde üşümüşsündür herhalde", dedi O. "Titriyordu onu bulduğumda." "Öz annesi ondan neden kurtulmak istemiş olabilir sence?" Köftelerim küçük kürelerden çok geometrik çarpıklıkları andırıyordu artık. Tuhaf canavarlar. "Gençti belki", dedi annem. "Yoksuldu belki", dedi O. Son canavarı da yuvarladıktan sonra hepsini tavaya boşalttım. Kısık ateşte pişirmem gerekiyordu, fakat öyle yapmadım, bir an önce seslerini kesip yemeleri için onları çabuk pişirmek istedim. Üstlerine yağ döküp tavayı ileri geri salladım. "Ama şimdi çok memnunum böyle bir meleğim olduğu için," dedi, romatizmalı elini omzuma koyarak. "Sen ne düşünüyorsun?". "Ne hakkında?" "Sence annen seni neden otobüs durağına bıraktı?" Köfteler cızırdadı. Tavayı salladım yine. "Beni istemediği için." "Değiştirelim bu konuyu," dedi annem. "Zamanını bana ayırmak istemedi." "Okul nasıldı bugün?" diye sordu annem. "Hayatının bensiz daha iyi olacağını düşündü." Köftelerin birkaçı çatlayıp dağıldı. Bazıları tavaya yapıştı. Tavayı sallamam gerekirdi, ama öylece durup köftelerin yanmasına izin verdim. Annem bardağına içki koydu. "Annen sana okulu sordu," dedi O. "Okul iyi." "Köfteleri yakıyorsun," dedi annem, bir spatula kapıp köfteleri çevirerek. Çoğu küçük parçalara ayrılmış, mutfağı duman basmıştı. "Anasının oğlu," dedi O. "Yemeğin harikulade olacağından hiç kuşkum yok." "O benim annem değil," dedim. "Unuttun mu?" "Sana takılıyorduk sadece," dedi annem. "Ağzını topla," dedi O bana. "Bebeğim," dedi annem, "masayı kurar mısın?" Kömürleşmiş köfteleri tavada gezdirdi. "Beni otobüs durağında buldu, unuttun mu?" "Kes artık," dedi O. "Kavga etmeyin," dedi annem. Ben masaya tabakları, çatalları ve kağıt peçeteleri koyarken O gözlerini bana dikti. Tepesi atacak sandım ama atmadı. "İştahımı yitirdim," dedi. Mutfaktan çıkıp garaja gitti. Annem bana sahte bir gülümsemeyle baktı. Tavayı getirip köfteleri tabaklarımıza koydu. Bazıları yanmıştı, bazıları hâlâ hafif pembeydi, hiçbiri yenecek gibi değildi. Oturduk. İkimiz de çatallarımızı almadık. "Üzgünüm," dedi. "Niçin?" Elimi tutup ağzına götürdü. Öptü. "Birkaç tako çözmemi ister misin?" Tabaklarımızı evyeye bıraktı, buzdolabına gitti, buzluğu açtı ve, "Kahretsin. Tako kalmamış," dedi. Dudaklarını büzdü. Buzluğu kapatıp buzdolabının içine baktı ve başını salladı. Sonra dolaplardan birini açtı. "Cips ister misin?" "Burger King'e gidebilir miyiz?" "Bebeğim, içiyorum ve denetimli serbestlik süresi henüz dolmadı. Araba süremem." Cips torbasını getirip aramıza koydu. "Voilá," dedi. "Akşam yemeği hazır." "Hadi bebeğim. Bir gülümseme bana," dedi. Denedim.
20 Kasım 2017 Pazartesi
Varoluşsal Yalıtım
Kişinin fani olduğunu, ölmesi gerektiğini, özgür olduğunu ve özgürlüğünden kaçamayacağını kabul etmesi bir süreçtir. Ayrıca, insanın karşı konulmaz bir biçimde yalnız olduğunu da öğrenmesi gerekir.
3 çeşit yalıtım bulunmaktadır: Kişiler arası, kişinin kendi içinde ve varoluşsal.
Kişilerarası yalıtım, genellikle yalnızlık olarak yaşanır, kişilerden uzak olmayı ifade eder.
Bunun birçok sebebi vardır:
coğrafi yalıtım, uygun sosyal becerilerin eksikliği, yakınlıkla ilgili çatışmalı duygular veya doyurucu sosyal etkileşime engel olan kişilik tarzı (örneğin; şizoid, narsisistik, sömüren veya yargılayıcı).
Yakınlığı destekleyen kurumlar -geniş aile, komşuluk, kilise, yerli dükkanlar, aile doktoru- gibi kültürel faktörler.
A Kişinin kendi içindeki yalıtım, insanın bazı parçalarını birbirinden ayırdığı yalıtımdır. Freud "yalıtım" terimini, bir savunma mekanizmasını tarif etmek için kullanmıştır. Bu savunma mekanizmasında, hoş olmayan bir deneyim duygudan arındırılır ve çağrışım bağlantıları bozulur, böylece sıradan düşünce sürecinden soyutlanır(1).
Çağdaş psikoterapide yalıtım, savunma mekanizması anlamının yanında, benliğin herhangi bir şekilde parçalanmasından söz etmek için de kullanılmaktadır. Bu nedenle, kişinin kendi içindeki yalıtımı insan ne zaman duygularını veya arzularını bastırırsa, "-meli, -malı'ları" kendi dilekleri gibi kabul ederse, kendi yargılarına güvenmezse veya kendi potansiyelini bastırırsa ortaya çıkar.
Varoluşsal yalıtım ise, insanın kendi ve başka biri arasındaki kapatılamayan uçuruma gönderme yapmaktadır. Daha temel bir yalıtıma da, bireyin kendi ve dünya arasındaki ayrım, göndermede bulunmaktadır.
Olağanüstü derecede keskin varoluşsal yalıtım farkındalığı, Thomas Wolfe'un şu sözlerinde görülmektedir:
"Anlaşılmaz bir yalnızlık ve üzüntü içini kapladı: hayatını ağaçların arasındaki dar koridordan görüyordu ve hep üzgün olanın kendi olacağını biliyordu: küçük kafatasının yuvarlaklığına kapatılmış ve çarpmakta olan kalbinin en gizli yerine hapsedilmiş hayatı hep yalnız geçitlerden geçmeliydi. İnsanların birbirlerine sonsuza dek yabancı kalacaklarını, kimsenin kimseyi gerçekten tanıyamayacağını, annemizin karanlı rahmine hapsolarak hayata onun yüzünü görmeden geldiğimizi, onun koluna bir yabancı olarak verildiğimizi ve kaçılamaz varoluş hapishanesinde sıkışıp kaldığımızı, hangi kol bizi tutarsa tutsun, hangi dudaklar bizi öperse öpsün, hangi kalp bizi ısıtırsa ısıtsın asla kaçamayacağımızı biliyordu. Asla, asla, asla, asla, asla..." (2)
Diğer bir yalıtım çeşidi ise ölümdür. Çevremiz arkadaşlarımızla dolu olsa, herkes aynı anda aynı sebepten ölse bile (eski Mısır'da uşakların da firavunla beraber gömülmek üzere öldürülmeleri veya intihar anlaşmalarında olduğu gibi) ölmek, en temel düzeyde en yalnız insanî deneyimdir:
Güzellik, güç ve nezaket.
Ölüm borusu üflendiğinde
Hepsi son hızla kaçtı benden. (3)
Özgürlük, beraberinde sorumluluğu getirir; o da yalnızlığı: İnsanın kendi anne-babası olmasının yalnızlığını. Yalnızlık, yaratıcılığı gerektirir. İnsanın yaratıcılığının farkında olması, bir başka yaratıcı ve koruyucudan kendi için beklenti içine girmeyi bırakması demektir. Belki hayvanların bir çoban ve barınağa dair hisleri vardır, ama kendinin farkında olmayla lanetlenen insanoğlu, varoluia maruz kalmak zorundadır.
Erich Fromm, yalıtımın aksiyetenin temel kaynağı olduğuna inanıyordu. Özellikle insanoğlunun çaresizlik duygusunu vurgulamıştı:
"Tek başınalığının ve ayrılığının, doğa ve toplumun güçleri karşısındaki çaresizliğinin farkında olmak, bütün bunlar ayrı bağımsız varoluşu dayanılmaz bir hapishane yapar. Ayrılığın yaşanması, anksiyete uyandırır; bu gerçekten bütün anksiyetelerin kaynağıdır. Ayrı olmak demek, insanî güçlerini kullanma kapasitesi olmaksızın hayat bağının kesilmesi demektir. Bu nedenle, ayrı olmak çaresiz olmak, dünyayı -şeyleri ve insanları- etkin bir biçimde kavrayamamak anlamına gelir; benim karşılık verme yeteneğim olmaksızın dünyanın beni istila etmesidir." (4)
Yalnızlık ve çaresizliğin bu birleşik etkisi, kendi seçimimiz olmayan bir varoluşun içine onayımız olmaksızın itilmiş olduğumuzu fark etmeye yönelik anlaşılabilir duygusal bir tepkidir. Heidegger, bu durumu "fırlatılmışlık" olarak tabir eder.
Bazı kırılma noktalarında, alışıldık hayatımız bildik olandan çıkar. Kurt Reinhardt bunu şu şekilde ifade etmiştir:
"Son derece esrarengiz bir şey onun ve dünyasının bildik nesneleri arasına, onun ve arkadaşlarının arasına, onun ve "değerlerinin" arasına girer. Kendisinin olarak gördüğü her şey solup gözden kaybolunca tutunabileceği hiçbir şey kalmaz. Tehdit eden şey "hiçtir" (hiçbir şey) ve kendini tek başına ve boşlukta bulur. Ama bu karanlık ve korkunç acı gecesi geçince insan rahat bir soluk alır ve kendi kendine: bunun sonuçta "hiçbir şey" olduğunu söyler. "Hiçliği" yaşamıştır." (5)
Nesneler anlamlarını yitirdiklerinde, birey dünyanın yalnızlığı, acımasızlığı ve hiçliğiyle yüzleşme anksiyetesi yaşar. Bu durumdan kaçmak için kişi, kendine çeşitli oyalamalar arar.
Hiçlikle karşılaştığımızda büyük korku ortaya çıkar. Hiçbir şeyin karşısında, hiçbir şey ve hiç kimse bize yardım edemez.
İnsan neyden korkar? "Hiçbir şeyden.".
Esrarengiz sosyal patlamalar birdenbire, bizden bağımsız olarak varolduklarına inandığımız bütün değerlerimizi ve ahlak kurallarımızı yerinden söker. Yahudi soykırımı, kitlesel şiddet, Jonestown toplu intiharı, savaş karmaşası, bütün bunlar içimizde bir korku yaratır, çünkü kötüdürler. Ama aynı zamanda bizi şaşkına da çevirirler, çünkü hiçbir şeyin bizim düşündüğümüz gibi olmadığını, olasılığın hüküm sürdüğünü, herşeyin başka türlü de olabileceğini gösterirler bize; yani düzenli, değerli, iyi olarak gördüğümüz her şey birden ortadan kaybolabilir; sağlam bir zemin yoktur; dünyanın hiçbir yerinde "evimizde değilizdir".
Varoluşsal yalıtım korkusuna karşı en büyük destek, yapısı gereği ilişkiseldir ve varoluşsal yalıtımların klinik belirtilerini anlatışım ister istemez kişilerarası ilişkiler etrafında merkezlenmelidir.
Bununla birlikte, hiçbir ilişki yalıtımı yok edemez. Her birimiz varoluşta yalnızız. Fakat yalnızlık o şekilde paylaşılabilir ki sevgi, yalıtım acısını telafi eder. Buber'in ifade ettiği gibi, "Harika bir ilişki, yüksek yalnızlık duvarlarında gedikler açar, sıkı kurallarına boyun eğdirir ve evren korkusu uçurumu üzerinde kendi-varoluşundan kendi-varoluşuna bir köprü kurar."(6)
Bir ilişkide ideal olan, birbiriyle gereksinimden arınmış tarzda ilişki kuran bireyleri içermesidir. Bu noktada ise, birinin bir başkasını, kendine sağladığı şeyler yüzünden değil de yalnızca o olduğu için sevmesi nasıl olası olabileceği sorusu gündeme gelmektedir.
Başkasıyla ilişki kurmakta, "diyalog kılığına girmiş monologlar" yapma tehlikesi bulunmaktadır.
Abraham Maslow'un "gelişim" ve "eksiklik" odaklı motivasyon anlayışı, yalıtımı anlamak için önemli bir bakış sunmaktadır.
Hayatın erken dönemlerinden başlayarak; güvenlik, ait olma, özdeşleşme, sevgi, saygı, prestij gibi gereksinimleri doyurulan bireyler gelişme odaklıdır: olgunlaşma ve kendini gerçekleştirme için doğuştan getirdikleri potansiyellerini gerçekleştirebilirler. Eksiklik yönelimli bireylere oranla kendilerine daha çok yeterler; onay, övgü, şefkat veya haz elde etmek için çevrelerine daha az bağımlıdırlar.
Diğer taraftan, eksiklikle güdülenen bireyler, diğerleriyle fayda üzerinden ilişki kurar. Diğerinde, kendi gereksinimleriyle bağlantılı bulmadığı yönleri ya hep gözden kaçırır ya da sinirlendirici veya tehdit edici olarak görür.
Fromm'a göre olgunlaşmamış sevgi "seni seviyorum, çünkü sana ihtiyacım var.", der; olgun sevgi, "Sana ihtiyacım var, çünkü seni seviyorum.".
Bir başkasıyla gereksinimden arınmış bir şekilde ilişki kurmak olası mıdır, sorusuna yanıt olarak Buber, Maslow ve Fromm'un düşünceleri ışığında, olgun ilişkinin tanımı ve gereksinimleri şu şekilde ifade edilebilir:
1. Bir başkasıyla ilgilenmek, bencil olmayan bir şekilde ilişki kurmak anlamına gelir: kişi kendi farkındalığını ve bilinçliliğini bırakır; benim için ne düşünüyor ya da bu ilişkide bana göre ne var, düşünceleri olmadan ilişki kurar. İnsan övgü, hayranlık, cinsel rahatlama, güç, para aramaz. Kişi o anda yalnızca diğer insanla ilişkide bulunur: bu etkileşimi izleyen gerçek veya hayali üçüncü taraflar olmamalıdır. Diğer bir deyişle kişi bütün varlığıyla ilişki kurmalıdır: eğer insanın bir parçası başka bir yerdeyse -örneğin, ilişkinin üçüncü bir şahıs üzerindeki etkisini düşünüyorsa- ilişki kurmada o derece başarısız olacaktır.
2. Bir başka insana ilgi duymak, diğer insanı olabildiğince tam olarak tanımak ve yaşamak anlamına gelir. Eğer kişi benceil olmadan ilişki kurarsa, diğer insanı, yalnızca bir fayda amacına hizmet eden kısımları yerine bir bütün olarak yaşayabilir. İnsan diğer kişinin de kendisi hakkında bir dünya kurmuş olan duygulu bir varlık olduğunu kabul ederek kendisini diğerine sunar.
3. Diğeriyle ilgilenmek, diğerinin varlığı ve gelişimi ile ilgilenmek demektir. Samimi dinlemeyle elde edilen tam bilgiyle kişi, diğerlerinin etkileşim anında tam olarak canlı hale gelmesine yardımcı olmaya çabalayabilir.
4. İlgilenmek aktif bir harekettir. Olgun sevgi, sevmektir; sevilmek değil. İnsan diğerine severek verir; diğerine tutulmaz.
5. İlgilemek, insanın dünyada varolma şeklidir; belirli tek bir insanla özel, ele geçmez sihirli bir bağlantı değildir.
6. Olgun ilgilenmek, insanın zenginliğinden doğar yoksulluğundan değil; gelişiminden doğar, gereksiniminden değil. İnsan varolmak, bütün olmak, ezici yalnızlıktan kurtulmak için diğerine gereksinim duyduğu için sevmez. Olgun bir biçimde seven biri, bu gereksinimlerini başka zamanlarda, başka şekillerde karşılamıştır ki, bunun en azı hayatın erken dönemlerinde kişiye doğru akan anne sevgisi değildir. O halde geçmişteki sevgi güç kaynağıdır; şu anki sevgi ise gücün bir sonucudur.
7. İlgi göstermek karşılıklıdır. İnsan gerçekten "diğerine doğru döndüğü" ölçüde değişir. Diğerini hayata getirdiği ölçüde daha canlı hale gelir.
8. Olgun ilgi gösterme ödülsüz değildir. İnsan değişir, zenginleşir, tam olarak gelişir, varoluşsal yalnızlığı zayıflar. İlgi göstermek yoluyla insan ilgi görür. Fakat bu ödüller samimi ilgi göstermeden kaynaklanırlar; onu başlatmazlar. Frankl'ın iyi seçilmiş sözcük oyununu kullanacak olursak, ödüller ardından gelebilir ama ardından gidilemez.
Bunlarla beraber, insan sadece yalnız olamayacağını bu yüzden de hiç elde edemeyeceği bir şeyi diğerlerinden umutsuzca istediğini ve ne kadar denerse denesin ilişkilerinde hep bir şeylerin ters gittiğini bilir.
Ama bir diğer çözüm, benliğin feda edilmesi yönünde yatmaktadır: insan başka bir birey, neden ya da uğraş içine gömülerek yalıtım anksiyetesinden kurtulur. Bu nedenle bireyler, Kierkegaard'ın söylediği gibi iki kez umutsuzluk içindedirler (7): başlangıç olarak temel varoluşsal umutsuzluk içindedirler ve sonra daha ileri umutsuzluk içindedirler, çünkü kendi farkındalıklarını bıraktıkları için umutsuzluk içinde olduklarını bile bilmezler.
En büyük yönelimi birleşme olan bireyler, genellikle "bağımlı" olarak nitelendirilirler. "Baskın olan diğeri" için yaşarlar. Kendi gereksinimlerini bastırırlar, diğerinin ne istediğini anlamaya çalışırlar ve o istekleri kendi istekleri haline getirirler. Her şeyden öte saldırılardan kaçınırlar. Güvenlik ve bireyselleşmeden öte, birleşmeyi seçerler:
"Davranışları, "beni ciddiye alma. Ben yetişkinler kategorisine dahil değilim ve öyle sayılamam," der gibidir. Şakacıdırlar, ama şaka yapmayı seven biri gibi değil, ciddi ve gerçekçi görünmek istemeyen (ya da cesaret edemeyen) biri gibidirler. Sıkıntı verici, hatta trajik olaylardan kahkahalar atarak veya aceleci, kayıtsız bir biçimde, sanki üzerinde zaman harcamaya değemeyecek bir şeymiş gibi söz ederler. Ayrıca kendi yetersizliklerinden abartma eğilimiyle konuşmaya karşı bir hazır oluş da vardır. Başarılar, iyi sonuçlar hafife alınır ya da onların ardından bu başarıları örtecek başarısızlıkların sıralanması gelir. Konuşmaları çoğu kere konudaki hızlı değişimlerle kesilmiş gibidir. Safça sorular soruvermek özgürlüğünü ya da bebek konuşmasını kullanarak "yetişkin olmayanlar" sınıfına sokulmak ve yetişkin olarak sayılmamayı istediklerini gösterirler." (8)
Varoluşsal yalıtım acısından çeşitli yollarla kaçınmaya çalışırız: çoğuz kez sınırları gevşetiriz ve bir başkasıyla birleşmeye çalışırız; bir başkasıyla işbirliği yapmaya çalışırız; bizi daha büyük, daha güçlü veya daha sevilen hale getirecek bir şey alırız diğerinden: Diğerinin asansör olarak kullanılması. Bu çabalar ve daha pek çoklarındaki ortak kişilerarası tema, bireyin diğer insanla birlikte olmamasıdır. Bunun yerine diğerini, bir işleve hizmet etmesi için bir donanım gibi kullanır ve karşılıklı olarak zenginleştirici bir ilişki hiçbir zaman ortaya çıkmaz; bunun yerine uygunsuz bir birlik şekli, yalnızca gelişmeyi engelleyen ve varoluşsal suçluluğu uyandıran ilişkisel başarısızlık meydana gelir.
Odada kaç kişi var?, tipi yaklaşımda ise kişi ilişkiyi veya diğeri üzerindeki etkisini gözlemlemek için kendinin bir parçasını saklar veya farklı göstermeye çalışır. Buber bu durumu şöyle tarif eder:
Hayatlarına görünüşte, oturup birlikte konuşmanın egemen olduğu iki erkeği düşünelim. Onlara Peter ve Paul diyelim. İşin içindeki farklı modelleri sıralayalım. Birincisi, Paul'e görünmek isteyen haliyle Peter ve Peter'a görünmek isteyen haliyle Paul var. Sonra Paul'e gerçekten göründüğü haliyle Peter, yani Paul'deki Peter imgesi var, ki genelde Peter'ın Paul'ün görmesini istediği şeyle uyuşmaz; ve benzeri şekilde bunun tersi bir durum var. Ayrıca, kendisine göründüğü şekliyle bir Peter ve kendisine göründüğü şekliyle bir Paul var. Son olarak da bedensel olarak Peter ve Paul var. İki yaşayan varlık ve ikisi arasındaki konuşmaya çok çeşitli şekillerde karışan altı hayalî görünüş. Hakiki insanlar arası hayat için yer nerede?
Sevecen bir ilişki, bir diğeriyle olan ilişkidir, geçmişteki ya da şu anki bir dış figürle olan bir ilişki değil. Aktarım, art arda gelen çarpıtmalar, gizli güdüler ya da amaçlar; bir diğeriyle kurulan doğal ilişkinin üstün gelmesi için bunların hepsinin bertaraf edilmesi gerekmektedir.
Kaynak: Irvin Yalom'un "Varoluşsal Psikoterapi" kitabının Varoluşsal Yalıtım bölümünden.
(1) S. Freud, "Inhibitions, Symptoms and Anxiety", Londra:Hogarth Press, 1959
(2) T. Wolfe, Look Homeward, Angel (New York: Charles Scribner, 1929), s.31.
(3) M. Abrams vd., ed., Everyman, The Norton Anthology of English Literature, Cilt 1 (New York: W. W. Norton, 1962)
(4) E. Fromm, Sevme Sanatı
(5) K. Reinhardt, The Existential Revolt (New York: Frederick Ungar, 1952), s. 235.
(6) M. Buber, Between Man and Man (New York: Macmillan, 1965)
(7) S. Kierkegaard, Fear and Trembling / The sickness unto Death, (Garden City, N.Y.: Doubleday, Anchor, 1954), s. 177.
(8) L. Fierman, ed. Effective Psychotherapy: The Contribution of Hellmuth Kaiser
3 çeşit yalıtım bulunmaktadır: Kişiler arası, kişinin kendi içinde ve varoluşsal.
Kişilerarası yalıtım, genellikle yalnızlık olarak yaşanır, kişilerden uzak olmayı ifade eder.
Bunun birçok sebebi vardır:
coğrafi yalıtım, uygun sosyal becerilerin eksikliği, yakınlıkla ilgili çatışmalı duygular veya doyurucu sosyal etkileşime engel olan kişilik tarzı (örneğin; şizoid, narsisistik, sömüren veya yargılayıcı).
Yakınlığı destekleyen kurumlar -geniş aile, komşuluk, kilise, yerli dükkanlar, aile doktoru- gibi kültürel faktörler.
A Kişinin kendi içindeki yalıtım, insanın bazı parçalarını birbirinden ayırdığı yalıtımdır. Freud "yalıtım" terimini, bir savunma mekanizmasını tarif etmek için kullanmıştır. Bu savunma mekanizmasında, hoş olmayan bir deneyim duygudan arındırılır ve çağrışım bağlantıları bozulur, böylece sıradan düşünce sürecinden soyutlanır(1).
Çağdaş psikoterapide yalıtım, savunma mekanizması anlamının yanında, benliğin herhangi bir şekilde parçalanmasından söz etmek için de kullanılmaktadır. Bu nedenle, kişinin kendi içindeki yalıtımı insan ne zaman duygularını veya arzularını bastırırsa, "-meli, -malı'ları" kendi dilekleri gibi kabul ederse, kendi yargılarına güvenmezse veya kendi potansiyelini bastırırsa ortaya çıkar.
Varoluşsal yalıtım ise, insanın kendi ve başka biri arasındaki kapatılamayan uçuruma gönderme yapmaktadır. Daha temel bir yalıtıma da, bireyin kendi ve dünya arasındaki ayrım, göndermede bulunmaktadır.
Olağanüstü derecede keskin varoluşsal yalıtım farkındalığı, Thomas Wolfe'un şu sözlerinde görülmektedir:
"Anlaşılmaz bir yalnızlık ve üzüntü içini kapladı: hayatını ağaçların arasındaki dar koridordan görüyordu ve hep üzgün olanın kendi olacağını biliyordu: küçük kafatasının yuvarlaklığına kapatılmış ve çarpmakta olan kalbinin en gizli yerine hapsedilmiş hayatı hep yalnız geçitlerden geçmeliydi. İnsanların birbirlerine sonsuza dek yabancı kalacaklarını, kimsenin kimseyi gerçekten tanıyamayacağını, annemizin karanlı rahmine hapsolarak hayata onun yüzünü görmeden geldiğimizi, onun koluna bir yabancı olarak verildiğimizi ve kaçılamaz varoluş hapishanesinde sıkışıp kaldığımızı, hangi kol bizi tutarsa tutsun, hangi dudaklar bizi öperse öpsün, hangi kalp bizi ısıtırsa ısıtsın asla kaçamayacağımızı biliyordu. Asla, asla, asla, asla, asla..." (2)
Diğer bir yalıtım çeşidi ise ölümdür. Çevremiz arkadaşlarımızla dolu olsa, herkes aynı anda aynı sebepten ölse bile (eski Mısır'da uşakların da firavunla beraber gömülmek üzere öldürülmeleri veya intihar anlaşmalarında olduğu gibi) ölmek, en temel düzeyde en yalnız insanî deneyimdir:
Güzellik, güç ve nezaket.
Ölüm borusu üflendiğinde
Hepsi son hızla kaçtı benden. (3)
Özgürlük, beraberinde sorumluluğu getirir; o da yalnızlığı: İnsanın kendi anne-babası olmasının yalnızlığını. Yalnızlık, yaratıcılığı gerektirir. İnsanın yaratıcılığının farkında olması, bir başka yaratıcı ve koruyucudan kendi için beklenti içine girmeyi bırakması demektir. Belki hayvanların bir çoban ve barınağa dair hisleri vardır, ama kendinin farkında olmayla lanetlenen insanoğlu, varoluia maruz kalmak zorundadır.
Erich Fromm, yalıtımın aksiyetenin temel kaynağı olduğuna inanıyordu. Özellikle insanoğlunun çaresizlik duygusunu vurgulamıştı:
"Tek başınalığının ve ayrılığının, doğa ve toplumun güçleri karşısındaki çaresizliğinin farkında olmak, bütün bunlar ayrı bağımsız varoluşu dayanılmaz bir hapishane yapar. Ayrılığın yaşanması, anksiyete uyandırır; bu gerçekten bütün anksiyetelerin kaynağıdır. Ayrı olmak demek, insanî güçlerini kullanma kapasitesi olmaksızın hayat bağının kesilmesi demektir. Bu nedenle, ayrı olmak çaresiz olmak, dünyayı -şeyleri ve insanları- etkin bir biçimde kavrayamamak anlamına gelir; benim karşılık verme yeteneğim olmaksızın dünyanın beni istila etmesidir." (4)
Yalnızlık ve çaresizliğin bu birleşik etkisi, kendi seçimimiz olmayan bir varoluşun içine onayımız olmaksızın itilmiş olduğumuzu fark etmeye yönelik anlaşılabilir duygusal bir tepkidir. Heidegger, bu durumu "fırlatılmışlık" olarak tabir eder.
Bazı kırılma noktalarında, alışıldık hayatımız bildik olandan çıkar. Kurt Reinhardt bunu şu şekilde ifade etmiştir:
"Son derece esrarengiz bir şey onun ve dünyasının bildik nesneleri arasına, onun ve arkadaşlarının arasına, onun ve "değerlerinin" arasına girer. Kendisinin olarak gördüğü her şey solup gözden kaybolunca tutunabileceği hiçbir şey kalmaz. Tehdit eden şey "hiçtir" (hiçbir şey) ve kendini tek başına ve boşlukta bulur. Ama bu karanlık ve korkunç acı gecesi geçince insan rahat bir soluk alır ve kendi kendine: bunun sonuçta "hiçbir şey" olduğunu söyler. "Hiçliği" yaşamıştır." (5)
Nesneler anlamlarını yitirdiklerinde, birey dünyanın yalnızlığı, acımasızlığı ve hiçliğiyle yüzleşme anksiyetesi yaşar. Bu durumdan kaçmak için kişi, kendine çeşitli oyalamalar arar.
Hiçlikle karşılaştığımızda büyük korku ortaya çıkar. Hiçbir şeyin karşısında, hiçbir şey ve hiç kimse bize yardım edemez.
İnsan neyden korkar? "Hiçbir şeyden.".
Esrarengiz sosyal patlamalar birdenbire, bizden bağımsız olarak varolduklarına inandığımız bütün değerlerimizi ve ahlak kurallarımızı yerinden söker. Yahudi soykırımı, kitlesel şiddet, Jonestown toplu intiharı, savaş karmaşası, bütün bunlar içimizde bir korku yaratır, çünkü kötüdürler. Ama aynı zamanda bizi şaşkına da çevirirler, çünkü hiçbir şeyin bizim düşündüğümüz gibi olmadığını, olasılığın hüküm sürdüğünü, herşeyin başka türlü de olabileceğini gösterirler bize; yani düzenli, değerli, iyi olarak gördüğümüz her şey birden ortadan kaybolabilir; sağlam bir zemin yoktur; dünyanın hiçbir yerinde "evimizde değilizdir".
Varoluşsal yalıtım korkusuna karşı en büyük destek, yapısı gereği ilişkiseldir ve varoluşsal yalıtımların klinik belirtilerini anlatışım ister istemez kişilerarası ilişkiler etrafında merkezlenmelidir.
Bununla birlikte, hiçbir ilişki yalıtımı yok edemez. Her birimiz varoluşta yalnızız. Fakat yalnızlık o şekilde paylaşılabilir ki sevgi, yalıtım acısını telafi eder. Buber'in ifade ettiği gibi, "Harika bir ilişki, yüksek yalnızlık duvarlarında gedikler açar, sıkı kurallarına boyun eğdirir ve evren korkusu uçurumu üzerinde kendi-varoluşundan kendi-varoluşuna bir köprü kurar."(6)
Bir ilişkide ideal olan, birbiriyle gereksinimden arınmış tarzda ilişki kuran bireyleri içermesidir. Bu noktada ise, birinin bir başkasını, kendine sağladığı şeyler yüzünden değil de yalnızca o olduğu için sevmesi nasıl olası olabileceği sorusu gündeme gelmektedir.
Başkasıyla ilişki kurmakta, "diyalog kılığına girmiş monologlar" yapma tehlikesi bulunmaktadır.
Abraham Maslow'un "gelişim" ve "eksiklik" odaklı motivasyon anlayışı, yalıtımı anlamak için önemli bir bakış sunmaktadır.
Hayatın erken dönemlerinden başlayarak; güvenlik, ait olma, özdeşleşme, sevgi, saygı, prestij gibi gereksinimleri doyurulan bireyler gelişme odaklıdır: olgunlaşma ve kendini gerçekleştirme için doğuştan getirdikleri potansiyellerini gerçekleştirebilirler. Eksiklik yönelimli bireylere oranla kendilerine daha çok yeterler; onay, övgü, şefkat veya haz elde etmek için çevrelerine daha az bağımlıdırlar.
Diğer taraftan, eksiklikle güdülenen bireyler, diğerleriyle fayda üzerinden ilişki kurar. Diğerinde, kendi gereksinimleriyle bağlantılı bulmadığı yönleri ya hep gözden kaçırır ya da sinirlendirici veya tehdit edici olarak görür.
Fromm'a göre olgunlaşmamış sevgi "seni seviyorum, çünkü sana ihtiyacım var.", der; olgun sevgi, "Sana ihtiyacım var, çünkü seni seviyorum.".
Bir başkasıyla gereksinimden arınmış bir şekilde ilişki kurmak olası mıdır, sorusuna yanıt olarak Buber, Maslow ve Fromm'un düşünceleri ışığında, olgun ilişkinin tanımı ve gereksinimleri şu şekilde ifade edilebilir:
1. Bir başkasıyla ilgilenmek, bencil olmayan bir şekilde ilişki kurmak anlamına gelir: kişi kendi farkındalığını ve bilinçliliğini bırakır; benim için ne düşünüyor ya da bu ilişkide bana göre ne var, düşünceleri olmadan ilişki kurar. İnsan övgü, hayranlık, cinsel rahatlama, güç, para aramaz. Kişi o anda yalnızca diğer insanla ilişkide bulunur: bu etkileşimi izleyen gerçek veya hayali üçüncü taraflar olmamalıdır. Diğer bir deyişle kişi bütün varlığıyla ilişki kurmalıdır: eğer insanın bir parçası başka bir yerdeyse -örneğin, ilişkinin üçüncü bir şahıs üzerindeki etkisini düşünüyorsa- ilişki kurmada o derece başarısız olacaktır.
2. Bir başka insana ilgi duymak, diğer insanı olabildiğince tam olarak tanımak ve yaşamak anlamına gelir. Eğer kişi benceil olmadan ilişki kurarsa, diğer insanı, yalnızca bir fayda amacına hizmet eden kısımları yerine bir bütün olarak yaşayabilir. İnsan diğer kişinin de kendisi hakkında bir dünya kurmuş olan duygulu bir varlık olduğunu kabul ederek kendisini diğerine sunar.
3. Diğeriyle ilgilenmek, diğerinin varlığı ve gelişimi ile ilgilenmek demektir. Samimi dinlemeyle elde edilen tam bilgiyle kişi, diğerlerinin etkileşim anında tam olarak canlı hale gelmesine yardımcı olmaya çabalayabilir.
4. İlgilenmek aktif bir harekettir. Olgun sevgi, sevmektir; sevilmek değil. İnsan diğerine severek verir; diğerine tutulmaz.
5. İlgilemek, insanın dünyada varolma şeklidir; belirli tek bir insanla özel, ele geçmez sihirli bir bağlantı değildir.
6. Olgun ilgilenmek, insanın zenginliğinden doğar yoksulluğundan değil; gelişiminden doğar, gereksiniminden değil. İnsan varolmak, bütün olmak, ezici yalnızlıktan kurtulmak için diğerine gereksinim duyduğu için sevmez. Olgun bir biçimde seven biri, bu gereksinimlerini başka zamanlarda, başka şekillerde karşılamıştır ki, bunun en azı hayatın erken dönemlerinde kişiye doğru akan anne sevgisi değildir. O halde geçmişteki sevgi güç kaynağıdır; şu anki sevgi ise gücün bir sonucudur.
7. İlgi göstermek karşılıklıdır. İnsan gerçekten "diğerine doğru döndüğü" ölçüde değişir. Diğerini hayata getirdiği ölçüde daha canlı hale gelir.
8. Olgun ilgi gösterme ödülsüz değildir. İnsan değişir, zenginleşir, tam olarak gelişir, varoluşsal yalnızlığı zayıflar. İlgi göstermek yoluyla insan ilgi görür. Fakat bu ödüller samimi ilgi göstermeden kaynaklanırlar; onu başlatmazlar. Frankl'ın iyi seçilmiş sözcük oyununu kullanacak olursak, ödüller ardından gelebilir ama ardından gidilemez.
Bunlarla beraber, insan sadece yalnız olamayacağını bu yüzden de hiç elde edemeyeceği bir şeyi diğerlerinden umutsuzca istediğini ve ne kadar denerse denesin ilişkilerinde hep bir şeylerin ters gittiğini bilir.
Ama bir diğer çözüm, benliğin feda edilmesi yönünde yatmaktadır: insan başka bir birey, neden ya da uğraş içine gömülerek yalıtım anksiyetesinden kurtulur. Bu nedenle bireyler, Kierkegaard'ın söylediği gibi iki kez umutsuzluk içindedirler (7): başlangıç olarak temel varoluşsal umutsuzluk içindedirler ve sonra daha ileri umutsuzluk içindedirler, çünkü kendi farkındalıklarını bıraktıkları için umutsuzluk içinde olduklarını bile bilmezler.
En büyük yönelimi birleşme olan bireyler, genellikle "bağımlı" olarak nitelendirilirler. "Baskın olan diğeri" için yaşarlar. Kendi gereksinimlerini bastırırlar, diğerinin ne istediğini anlamaya çalışırlar ve o istekleri kendi istekleri haline getirirler. Her şeyden öte saldırılardan kaçınırlar. Güvenlik ve bireyselleşmeden öte, birleşmeyi seçerler:
"Davranışları, "beni ciddiye alma. Ben yetişkinler kategorisine dahil değilim ve öyle sayılamam," der gibidir. Şakacıdırlar, ama şaka yapmayı seven biri gibi değil, ciddi ve gerçekçi görünmek istemeyen (ya da cesaret edemeyen) biri gibidirler. Sıkıntı verici, hatta trajik olaylardan kahkahalar atarak veya aceleci, kayıtsız bir biçimde, sanki üzerinde zaman harcamaya değemeyecek bir şeymiş gibi söz ederler. Ayrıca kendi yetersizliklerinden abartma eğilimiyle konuşmaya karşı bir hazır oluş da vardır. Başarılar, iyi sonuçlar hafife alınır ya da onların ardından bu başarıları örtecek başarısızlıkların sıralanması gelir. Konuşmaları çoğu kere konudaki hızlı değişimlerle kesilmiş gibidir. Safça sorular soruvermek özgürlüğünü ya da bebek konuşmasını kullanarak "yetişkin olmayanlar" sınıfına sokulmak ve yetişkin olarak sayılmamayı istediklerini gösterirler." (8)
Varoluşsal yalıtım acısından çeşitli yollarla kaçınmaya çalışırız: çoğuz kez sınırları gevşetiriz ve bir başkasıyla birleşmeye çalışırız; bir başkasıyla işbirliği yapmaya çalışırız; bizi daha büyük, daha güçlü veya daha sevilen hale getirecek bir şey alırız diğerinden: Diğerinin asansör olarak kullanılması. Bu çabalar ve daha pek çoklarındaki ortak kişilerarası tema, bireyin diğer insanla birlikte olmamasıdır. Bunun yerine diğerini, bir işleve hizmet etmesi için bir donanım gibi kullanır ve karşılıklı olarak zenginleştirici bir ilişki hiçbir zaman ortaya çıkmaz; bunun yerine uygunsuz bir birlik şekli, yalnızca gelişmeyi engelleyen ve varoluşsal suçluluğu uyandıran ilişkisel başarısızlık meydana gelir.
Odada kaç kişi var?, tipi yaklaşımda ise kişi ilişkiyi veya diğeri üzerindeki etkisini gözlemlemek için kendinin bir parçasını saklar veya farklı göstermeye çalışır. Buber bu durumu şöyle tarif eder:
Hayatlarına görünüşte, oturup birlikte konuşmanın egemen olduğu iki erkeği düşünelim. Onlara Peter ve Paul diyelim. İşin içindeki farklı modelleri sıralayalım. Birincisi, Paul'e görünmek isteyen haliyle Peter ve Peter'a görünmek isteyen haliyle Paul var. Sonra Paul'e gerçekten göründüğü haliyle Peter, yani Paul'deki Peter imgesi var, ki genelde Peter'ın Paul'ün görmesini istediği şeyle uyuşmaz; ve benzeri şekilde bunun tersi bir durum var. Ayrıca, kendisine göründüğü şekliyle bir Peter ve kendisine göründüğü şekliyle bir Paul var. Son olarak da bedensel olarak Peter ve Paul var. İki yaşayan varlık ve ikisi arasındaki konuşmaya çok çeşitli şekillerde karışan altı hayalî görünüş. Hakiki insanlar arası hayat için yer nerede?
Sevecen bir ilişki, bir diğeriyle olan ilişkidir, geçmişteki ya da şu anki bir dış figürle olan bir ilişki değil. Aktarım, art arda gelen çarpıtmalar, gizli güdüler ya da amaçlar; bir diğeriyle kurulan doğal ilişkinin üstün gelmesi için bunların hepsinin bertaraf edilmesi gerekmektedir.
Kaynak: Irvin Yalom'un "Varoluşsal Psikoterapi" kitabının Varoluşsal Yalıtım bölümünden.
(1) S. Freud, "Inhibitions, Symptoms and Anxiety", Londra:Hogarth Press, 1959
(2) T. Wolfe, Look Homeward, Angel (New York: Charles Scribner, 1929), s.31.
(3) M. Abrams vd., ed., Everyman, The Norton Anthology of English Literature, Cilt 1 (New York: W. W. Norton, 1962)
(4) E. Fromm, Sevme Sanatı
(5) K. Reinhardt, The Existential Revolt (New York: Frederick Ungar, 1952), s. 235.
(6) M. Buber, Between Man and Man (New York: Macmillan, 1965)
(7) S. Kierkegaard, Fear and Trembling / The sickness unto Death, (Garden City, N.Y.: Doubleday, Anchor, 1954), s. 177.
(8) L. Fierman, ed. Effective Psychotherapy: The Contribution of Hellmuth Kaiser
Etiketler:
Irvin Yalom,
zz İlişki,
zz Varoluş,
zz Yalnızlık
19 Kasım 2017 Pazar
Varoluşsal Yalıtım
Anlaşılmaz bir yalnızlık ve üzüntü içini kapladı: hayatını ağaçların arasındaki dar koridordan görüyordu ve hep üzgün olanın kendi olacağını biliyordu: küçük kafatasının yuvarlaklığına kapatılmış ve çarpmakta olan kalbinin en gizli yerine hapsedilmiş hayatı hep yalnız geçitlerden geçmeliydi. İnsanların birbirlerine sonsuza dek yabancı kalacaklarını, kimsenin kimseyi gerçekten tanıyamayacağını, annemizin karanlı rahmine hapsolarak hayata onun yüzünü görmeden geldiğimizi, onun koluna bir yabancı olarak verildiğimizi ve kaçılamaz varolu hapishanesinde sıkışıp kaldığımızı, hangi kol bizi tutarsa tutsun, hangi dudaklar bizi öperse öpsün, hangi kalp bizi ısıtırsa ısıtsın asla kaçamayacağımızı biliyordu. Asla, asla, asla, asla, asla...
5 Kasım 2017 Pazar
Karanlik bir denizde yalniz gemileriz hepimiz
Karanlık bir denizde yalnız gemileriz hepimiz. Diğer gemilerin ışıklarını görürüz - ulaşamadığımız ama varlıklarının ve benzer durumlarının bize biraz rahatlama sağladığı gemilerdir bunlar. Mutlak yalnızlığımızın ve çaresizliğimizin farkındayız. Ama eğer penceresiz hücremizden kaçarsak, aynı yalnız korkuyla yüzyüze olan diğerlerinin farkına varırız. Bizim yalıtım hissimiz, diğerlerine şefkat duymamıza izin verir ve artık o kadar çok korkmayız. Görünmez bir bağ, aynı deneyimi yaşayan insanları bağlar - ister zaman ve mekanda paylaşılan bir hayat deneyimiyle olsun (örneğin, aynı okula gitmek), isterse yalnızca bir olayın seyircileri olarak.
- Irvin Yalom
- Irvin Yalom
Etiketler:
Irvin Yalom,
zz Yalnızlık
7 Haziran 2017 Çarşamba
Anlam çerçevesinin genişliği ilgi alanının genişliğini de belirler. Anlam çerçevemiz içine giren her olay, kişi, ilişki, nesne ve kavramla içtenlikle ilgilenmeye başlarız, onlar bizim için gerçekten bir anlam ifade eder. Ama bir de etki alanı söz konusudur. İşte, burada gizli bir tehlike var: İlgi alanımız ile etki alanımız arasındaki farkı bilmezsek, ilgilendiğimiz her şeye emek ve zaman verir ve esas sorunu çözmeye odaklanamayız ve her şeyle ilgilenen ama hayatında anlamlı hiçbir şey üretemeyen, netice alamayan kişilere dönüşürüz. ...
Bir örnek vermek istiyorum. Ben avcılıktan hoşlanmam ama örneğim avcılıktan vermek istiyorum. Avcının anlam çerçevesi, yani ilgi alanı gözünün görebildiği alandır. Diyelim ki avcının görebildiği alan içinde bir geyik var. Avcı geyiği avlamak istiyor, ne var ki geyik elindeki silahın menzili dışında. Silahın menzili içinde ise tavşanlar bulunuyor. Ama tavşanlarla ilgilenmiyor. Ancak menzil dışından geyiği de vuramayacaktır.
Geyiğe ateş ederse tabii, tavşanları da korkutup kaçıracaktır.
Doğan Cüceloğlu, Gerçek Özgürlük
Bir örnek vermek istiyorum. Ben avcılıktan hoşlanmam ama örneğim avcılıktan vermek istiyorum. Avcının anlam çerçevesi, yani ilgi alanı gözünün görebildiği alandır. Diyelim ki avcının görebildiği alan içinde bir geyik var. Avcı geyiği avlamak istiyor, ne var ki geyik elindeki silahın menzili dışında. Silahın menzili içinde ise tavşanlar bulunuyor. Ama tavşanlarla ilgilenmiyor. Ancak menzil dışından geyiği de vuramayacaktır.
Geyiğe ateş ederse tabii, tavşanları da korkutup kaçıracaktır.
Doğan Cüceloğlu, Gerçek Özgürlük
20 Nisan 2017 Perşembe
19 Nisan 2017 Çarşamba
"sevmek ıstıraptır. ıstırap çekmek istemiyorsan sevme... ama kalbinde sevgi yoksa yine ıstırap çekersin. bu durumda sevmek de sevmemek de ıstıraptır. mutlu olmak için sevmen gerekir. sevmek ıstırapsa, o zaman mutlu olman için de ıstırap çekmen gerekir. ama ıstırap çekmek bir insanı mutsuz yapar. demek ki mutlu olmak için ıstırap çekmeyi seveceksin..." - Woody Allen
5 Nisan 2017 Çarşamba
Yaşamın daha doğrusu yaşamın ortasında, tüm özlemlerimin doyumsuz kaldığını nasıl da algılıyorum. Ama artık yorulmaksızın aramak yok. Aranan yaşantılar arandı. Yaşandı. Bir kısmı gömüldü. Yeniden toprak oldu. Canlılıklarını duyduğum, canlılıklarını birlikte bölüştüğüm birtakım insanlar gitti. Onlar adına, onları da özlemek, onlar için özlemek, onlar için de sevmek.
İnsan yaşamının mutlak en önemli olgusu sevilen bir insanı özlemek, istemek. Onun yanındayken de özlemek, istemek. Oysa yaşam genellikle insanın bir başına kalması. Uykuda. Uykuyu araken. Derin uykuların ötesinde bile zaman zaman düşünde sezinlemiyor mu insan bir başınalığın çaresizliğini?
Yollarda. Okurken. Pencereden caddelere bakarken. Giyinirken. Soyunurken. Herhangi bir kahvenin içinde oturan insanlara gelişi güzel bakarken. Hiç bir şey aramazken. Herhangi bir kahvede oturan insanları görmezken, başka olgular düşünürken. Yosun kokusunu yeniden duymaya çalışırken, bir kavşakta karşıdan karşıya geçerken, arabalar dünyasında yaşadığını son anda algılarken, büyük bir bulvarın tüm kahvelerinde oturanlardan hiç birini tanımazken, bir mağazadan gelişi güzel yiyecek seçerken ya dabir satıcıdan herhangi bir malı isterken, aynı anda özlem ve yalnızlıkları düşünürken, gidenleri, gelenleri, bölünenleri, ölenleri, doğanları, büyüyenleri, yaşamak isteyenleri, yaşamak istemeyenleri özlerken, severken, sevilirken, sevişirken, hep yalnız değil miyiz?
Yaşam özlemini doyuracak bir olgu mümkün mü.
Tezer Özlü - Yaşamın Ucuna Yolculuk
25 Şubat 2017 Cumartesi
29 Ekim 2016 Cumartesi
30 Ağustos 2016 Salı
1 Ağustos 2016 Pazartesi
Genellikle insanlar akıllarından çok gözleriyle yargıya varırlar; çünkü herkes izleyici pozisyonundadır, küçük bir kısım insan ancak size dokunabilecek kadar yakın olabilir. Herkes, siz nasıl görünüyorsanız sizi o şekilde görür, çok azı sizin gerçekte ne olduğunuzu anlayabilir.
Machiavelli
Etiketler:
Machiavelli,
zz Psikoloji
Başkalarının yaptıklarını, düşündüklerini, ima ettiklerini ya da söylediklerini kişisel algılamayın. Herkes kendi inanç sistemi içinde düşünür ve kendince yargılara varır. Dolayısıyla insanların sizin hakkınızdaki düşünceleri sizin şahsınızdan çok kendileriyle ilgilidir.
Don Miguel Ruiz
Etiketler:
Don Miguel Ruiz,
zz Psikoloji
21 Mart 2016 Pazartesi
20 Şubat 2016 Cumartesi
1 Aralık 2015 Salı
Rahatlık Tuzağını Aşmak
Bin
bir türlü rahatsızlıkla nasıl başa çıkarsınız? Yöneltilen
bu soruda rahatlık değil, “rahatsızlık” sözcüğününün
kullanıldığına dikkat edin. Normal olarak rahatlıkla başa
çıkmak gibi bir sorun yaşamayız! Günümüzde görünen o ki
insanlar rahatlığa doyamıyor. “Öff! Bunu yapmaktan
hoşlanmıyorum” ya da “Bunu çözüme kavuşturmadan önce
kendimi rahatlatmalıyım” ve buna benzer yakarışları ne
kadar çok duyuyoruz, öyle değil mi? Kişinin her zaman için rahat
etmesi gerektiği inancı rahatlıktan oldukça uzak belirli
sonuçlara yol açıyor. Yapmaktan hoşlanmadığımız için, bazı
sorunları çözmek üzere gerekli adımları atmayı ertelediğimizde
ya da anında yapılması gerekli görevleri yerine getirmediğimizde,
yüklü gecikme bedelleri ödemek durumunda kalabiliriz. Eziyet
saydığımız için, tavan arasında su sızdıran boruyu tamir
etmeye başlamakta ya da otomobilimzi önemli bir tamir için garaja
bırakmakta geç kalırsak, işi ağırdan almanın bedelini ileride
çok daha ağor bir şekilde ödeyebiliriz.
Rahatlığa
karşı değiliz. Lütfen bunu algılayın. Herkes gibi biz de rahay
etmekten keyif alıyoruz. Bizim söylemek istediğimiz şu: Sürekli
rahat içinde olmanız ve yaşamın zorluklarla dolu olmaması
gerektiği inancıyla kendinizi kandırırsanız, uzun vadede, çok
daha fazla eziyet çekebilir ve rahatsız olabilirsiniz. Oysa,
ileride kendinizi daha rahat ya dadaha az rahatsız hissetmek amacıla
başlangıçta bir ölçüde rahatlıktan vazgeçmiş olsaydınız,
çekeceğiniz eziyet ve duyacağınız rahatsızlık çok daha az
olurdu.
Yaşadığınız
sürece, hayal kırıklıklarının ve rahatsızlıkların önüne
geçmeniz diye bir şey söz konusu olamaz. Günümüzde yaşam
sözcüğünü artık E-Z-İ-Y-E-T diye heceleyebilirsiniz. Biz de
dahil olmak üzere pek çok kişi keder içinde yaşamaktansa mutlu
yaşamanını daha iyi olduğuna inanır göründürüğünden, bu
kitabı yazma amacomoz, mutluu ve erimli bir yaşam sürebilmenizi
ciddi biçimde engelleyen belirli ana sorunları tanımlamanızı ve
ortadan kaldırmanızı sağlamak. Bu sorunların içnde en amansız
olanı “Rahatlık Tuzağı”. Gelin bunu yakından inceleyelim.
//
Kitabın bir özetini sizler için derlemeye çalıştım:
İnsanlar
arzuları olan varlıklardır. Arzular yerine gelirse keyif alır
rahat ederiz. Arzular yerine gelmezse rahatsız oluruz canımız
sıkılır. Her isteğimizin anında olmasını istiyoruz. Ancak bazı
şeyleri elde etmek için zaman ve çalışmanın gerekli olduğunun
farkında değiliz. Bu çalışmalar ve harcanan zaman küçük veya
büyük rahatsızlıklara neden olabilir. Eğer bu rahatsızlıklara
katlanmazsak gelecekte elde edeceğimiz uzun süreli rahatlıktan
mahrum kalırız. İnsan anında zevkleri yaşamak ister. Örneğin
“şimdi al sonra öde” sloganı bizim bu zayıf yönümüzden
dolayı kullanılmaktadır. Fiyatını sonra ödeyeceğimiz için,
alması insana çok zor gelmiyor.
Rahat
olmak hepimizin tercihi ama her zaman rahat olacağız diye bir şey
olamaz. Sürekli gelecek için bugünü feda etmek değil önemli
olan öncelikleri belirlemektir. Örneğin ince ve sağlıklı bir
vücut için sevdiğimiz yiyeceklerden vazgeçmek gerekir. Öncelik
sağlıklı ve ince bir vücutsa, yemekten vazgeçilmesi normaldir.
“Bunalımdayım,
bunalımda olmaya katlanamıyorum”, bunlar acı veren duygulardır.
Fiziksel engel yoksa bu duygularla baş edilebilir. Bunun için
duyguları sorgulamak gerekir.
Bir
probleme başlamak çözümün yarısıdır. Sabır ve azim ile ve
bahaneleri mantık çerçevesinde sorgulayarak çözüme başlanması
gerekir.
Problem
karşısında düşünceyi harekete geçirmelisiniz. Eğer tekrar
düşünürseniz, bir açmaza girip çözüme hiçbir zaman
başlayamazsınız.
Telkinleri
sorgulamak ve onlara karşı mücadele vermek için şu üç soru
sorulabilir :
a. Mantıklı mı ?
b. Gerçekçi mi ?
c. İşe yarar mı ?
Sorunların kaynağını kavramak çözüm için yeterli değildir. Çözüm için en iyisi denemek ve çalışmaktır. Örneğin otomobil kullanmak için motorlu araç kullanma kılavuzunu okumak yetmez.
a. Mantıklı mı ?
b. Gerçekçi mi ?
c. İşe yarar mı ?
Sorunların kaynağını kavramak çözüm için yeterli değildir. Çözüm için en iyisi denemek ve çalışmaktır. Örneğin otomobil kullanmak için motorlu araç kullanma kılavuzunu okumak yetmez.
2.
NE İSTİYORSAM, ELDE ETMELİYİM
Sorunlar:
1a.
Diğer insanlara yöneltilen talepler
“Ne
istiyorsam elde etmeliyim çünkü onu istiyorum. İstediğimi elde
edememem korkunç bir şey. Sahip olmam gereken şeyden mahrum
kalmaya katlanamıyorum. Beni istediğim şeyden mahrum bıraktığın
için Allah'ın belası insanın tekisin ve cehennemde yanmaya
layıksın!”
1b.
Genel olarak dünyadan ya da yaşama koşullarından beklenen
talepler
“Ne
istiyorsam elde etmeliyim çünkü istiyorum. İstediğimi elde
edememem korkunç bir şey. Sahip olamm gekeren şeyden mahrum olmaya
katlanamıyorum. Bu duruma izin verdiği için bu dünya Allah'ın
belası bir yer!”
1c.
Hak ettiğimi elde etmeliyim
Çocukken
bize, söylenenleri yerine getirir ve uslu durursak, hak ettiğimiz
için istediğimiz şeylere sonuöta kavuşabileceğimiz öğretilirdi.
Yetişkinler olarak hâlâ pek çoğumuz, iyi davranırsak,
başkalarına karşı saygılı olursak, çok çalışırsak ve
yapılması gereken işleri yerine getirirsek vesaire, bir gün, hak
ettiğimiz için, istediklerimize kavuşarak ödüllendirileceğimze
inanıyor. Belki güzel bir düşünce ama ne kadar doğru?
Kişilerin,
kendilerini dinleyen birini bulduklarında, aileleri, akrababaları
ya da genellikle dünya tarafından nasıl haksız muameleye
uğradıklarından sürekli insafsızca şikayet ettiklerini şahsen
biliyoruz. “Bana daha iyi davranmaları grekirdi. Onlar için
yaptığım bunca şeyden sonra, karşılığında gördüğüm
muameleye bak!” genellikle dile getirilen bir şikayet.
Hak
ettiğinizi düşündüğünüz şeye maruz kalmamanız gerektiğine
inandığnızda, “Rahatlık Tuzağı”na yakalanmışsınız
demektir. Zeki ve çok çalışkan biir olduğunuz için, genellikle
ve büyük olasılıkla, elde etmeye çalıştığınız şeylerden
en azından bazılarına ulaşacağınıza inanmanız normal. Bunun
bir garantisi yok ancak hiç bir şeyyapmayıp boş oturmakla
karşılaştırıldığında, daha sık başarılı olma şansınız
var. Fakat, çok ısrarlı bir şekilde çalıştığınız
ve başarma arzusuyla yanıp tutuştuğunuz için, “Evren bana
başarı borçlu” diye ortaya çıkamazsınız. Zaten eğer
böyle olsaydı, siz hep başarılı olurdunuz.
Çok
çalıştığınız, insanlara karşı saygılı davrandığınız ve
benzeri davranışlarda bulunduğunuz için, evrenin sizi
ödüllendirme yükümlüğüğü olduğuna inandığınızda, biraz
rahat etmeniz gerektiği ve hedeflerinize varmak amacıyla çabalamaya
devam etmek yerine, çok çalışmanız karşılığında bir şeyi
hak etmek için yeterli çaba gösterdiğiniz artık rahat
edebileceğiniz ve “hak ettiğiniz” ödülün size gelmesini
bekleyeceğiniz düşüncesine kapılmışsınız demektir. Bu
takdirde hedeflerineze bir türlü ulaşamadığınzda, hayatta hak
ettiğimniiz elde edemeyeceğinizi algıladığnızda, üzülürsünüz.
Yaşamın
adil olmadığı konusu üzerinde fazla durmamıza gerek yok. Dünyada
mükemmel adalet ya da değerbilirlik diye bir şey yok. Bazı
yörelerde, mükemmel olmayan bir adalete sahip olmayı talep etmeniz
bile zor olabilir! Bu nedenle, istediğiniz şeyi hak ettiğiniz
düşüncesini bir kenara bırakya çalışmanız akıllıca olacak.
Bunun iki nedeni var: Birincisi, böyle bir düşünce gerçekçi
değil. İkincisi, gereksiz yere duygusal acı ve mutsuzluk yaratır.
İnançlarınızı
şu kritlerler aracılığıyla sorgulayın:
a.
İnancım gerçekçi mi?
b.
İnancımın maddi bir dayanağı var mı?
c.
İnancım bir anlam taşıyor mu?
d.
İnancım mantıklı mı?
e.
İstediğim şeyi hak etmem gerektiğine dair bir kanıt gösterebilir
miyim?
f.
İnancım hedefime ulaşmayı sağlıyor mu?
1d.
“Herşey kesin olmalı!”
Bir
işe kalkışmadan, kesinlikle başarılı olmayı talep etmek,
ortada kesinlik diye bir şey söz konusu değilse, sizin
hedeflerineize ulaşmanızı sağlamaz. Doğrusunu isterseniz, bir
karar almadan önce başarılı olacağınızdan emin olmayı talep
ettiğiniz sürece, hiç bir zaman bir karara varamazsınız!
Alternatif:
“En
azından azı zamanlarda, belirli hedeflere ulaşma çabalarımın
benim istediğim şekilde sonuçlanmayacağından emin olmayı tercih
ederdim ancak bundan emin olmam da gerekmiyor. Eğer hadeflerime
varmam için çok çalışmam gerekiyorsa, o zaman işlerin bu
şekilde yürütüldüğünü kabul etmem akıllıca olur. En azından
bazı zamanlarda çok çalışmamın başarıyla sonuçlanıp
sonuçlanmayacağını bilmemekten hoşlanmıyorum ama bu
belirsizlikle de yaşayabilirim.”
3.
BU ŞEKİLDE HİSSETMEYİ KALDIRAMIYORUM
Olaylar
karşısında tedirginlik duymak doğaldır ve kaldırılamayacak bir
şey değildir. Önemli olan tedirgin olmaktan tedirgin olmamaktır.
Örneğin bir partiye giderken acaba o ortama ayak uydurabilecek
miyim diye endişe etmek, parti zamanı geldiğinde tedirgin
olacağını düşünmek asıl tedirginliktir.
Problemler karşısında öfkelenmemek en güzeli ancak öfkelenmek insan için normal bir davranıştır. Öfkeli olmamalıyım diye kendimizi kısıtlamamalıyız. Kendimiz veya başkalarının zarar görmeyeceği kadar öfkelenebiliriz.
Kötü bir şeyi hissetmek öyle olduğumuz anlamına gelmez mesela bir erkeğe başka erkeklerin çekici gelmesi onun eşcinsel olacağı anlamına gelmez. Erkekleri cazip görse de bağımsız yaşayabilmesi ben eşcinsel miyim sorusunu (korkusunu) aşmasını sağlar.
Problemler karşısında öfkelenmemek en güzeli ancak öfkelenmek insan için normal bir davranıştır. Öfkeli olmamalıyım diye kendimizi kısıtlamamalıyız. Kendimiz veya başkalarının zarar görmeyeceği kadar öfkelenebiliriz.
Kötü bir şeyi hissetmek öyle olduğumuz anlamına gelmez mesela bir erkeğe başka erkeklerin çekici gelmesi onun eşcinsel olacağı anlamına gelmez. Erkekleri cazip görse de bağımsız yaşayabilmesi ben eşcinsel miyim sorusunu (korkusunu) aşmasını sağlar.
4.
O İŞİ YARIN YAPARIM
Bugünün
işini yarına bırakmayınız, bu işleri ağırdan almaktır. Bu
konuda kendimizi haklı çıkartmak için bazı nedenler veya
gerçekler ileri süreriz bunlardan birkaçı ;
Havamda olayım öyle yapacağım.
Canım şimdi yapmak istemiyor
Yarın yaparım.
Ayrıca kendimize sözde işler çıkarmak suretiyle asıl işi ertelemekle yine işi ağırdan alırız. O anki problem yada işi ertelersek o iş ya da problem gözümüzde büyüyecek hem de yeni şeyler eklenecektir. Bu birikim çalışma azmimizi kıracak ve yapılamaz hale gelecektir. Şu şekilde çözüm olabilir ; "İş bölümlere ayrılarak parça, parça halledilebilir."
Havamda olayım öyle yapacağım.
Canım şimdi yapmak istemiyor
Yarın yaparım.
Ayrıca kendimize sözde işler çıkarmak suretiyle asıl işi ertelemekle yine işi ağırdan alırız. O anki problem yada işi ertelersek o iş ya da problem gözümüzde büyüyecek hem de yeni şeyler eklenecektir. Bu birikim çalışma azmimizi kıracak ve yapılamaz hale gelecektir. Şu şekilde çözüm olabilir ; "İş bölümlere ayrılarak parça, parça halledilebilir."
Problemle
karşılaşıldığında bu çok zor, çözülecek gibi değil gibi
yaklaşımlar çözümü imkansız kılar. Bunun yerine zor ama
çözülemez değil, ya da işin içine girip işin zorluk derecesini
ve nasıl çözülebileceğini araştırmak gerekir.
Bazen işin yapılabilmesi için belirlenen bir zaman vardır. Zamanında işin yapılmaması sürenin bitimine doğru daha ağır bir tempo ile çalışmamıza neden olacaktır. Sonuçta çözüm olsa bile bu çözüm sürenin baskısından değil , aslında artık bu işi bitireyim dediğiniz için olur.
Zayıf yanlarınızı tespit edin ve zor durumda kaldığınızda bu zayıf yanlarınızı hatırlayın. İşi başkasına yaptırmak da problemden kaçmaktır.
Bazen işin yapılabilmesi için belirlenen bir zaman vardır. Zamanında işin yapılmaması sürenin bitimine doğru daha ağır bir tempo ile çalışmamıza neden olacaktır. Sonuçta çözüm olsa bile bu çözüm sürenin baskısından değil , aslında artık bu işi bitireyim dediğiniz için olur.
Zayıf yanlarınızı tespit edin ve zor durumda kaldığınızda bu zayıf yanlarınızı hatırlayın. İşi başkasına yaptırmak da problemden kaçmaktır.
Bir
işi yaparken öncelikleri belirleyiniz. Unutulmaması gerekli işler
için bir dosya hazırlayın ve sırası geldikçe işleri yapın
yaptığınızda kendinize ödül verin, yapmadığınızda işler
gözünüzde daha da büyüyerek size ceza olacaktır.
a. Alışkanlıklara saplanıp kalmayın. Bu üç türlü olabilir :
- Kariyerinize saplanıp kalmak : İşinizde mutlu değilseniz bir şey üretmiyor ve boşa zaman harcıyorsanız;
- Kişiler arası ilişkilere saplanıp kalmak : Eşiniz iş arkadaşınız vs. ile birlikte olmak sizi mutsuz ediyorsa veya onlarla birlikte olmaya tahammül edemiyorsanız;
- Etkinliklere saplanıp kalma :Boş zamanlarınızda sürekli aynı şekilde davranıyorsanız örneğin yıllardır aynı klübe gidiyorsanız,sürekli aynı insanlarla görüşüyorsanız ,
Alışkanlıklara saplanmışsınız demektir. Sonsuza dek yerinizde oturup iş yapmayabilirsiniz ancak yaşamak ve isteklerimizi yerine getirmek için sonsuz zamanımız yok.
a. Alışkanlıklara saplanıp kalmayın. Bu üç türlü olabilir :
- Kariyerinize saplanıp kalmak : İşinizde mutlu değilseniz bir şey üretmiyor ve boşa zaman harcıyorsanız;
- Kişiler arası ilişkilere saplanıp kalmak : Eşiniz iş arkadaşınız vs. ile birlikte olmak sizi mutsuz ediyorsa veya onlarla birlikte olmaya tahammül edemiyorsanız;
- Etkinliklere saplanıp kalma :Boş zamanlarınızda sürekli aynı şekilde davranıyorsanız örneğin yıllardır aynı klübe gidiyorsanız,sürekli aynı insanlarla görüşüyorsanız ,
Alışkanlıklara saplanmışsınız demektir. Sonsuza dek yerinizde oturup iş yapmayabilirsiniz ancak yaşamak ve isteklerimizi yerine getirmek için sonsuz zamanımız yok.
5.
BUNA ÇABUCAK BİR ÇÖZÜM BULMALIYIM
Rahatsızlık
duygusundan kaçmak veya kontrol altında hissetmek için çabuk
çözümlere başvurabiliriz. Problemler karşısında kimisi üç
şişe votkayı devirirken kimisi hap alabilir, kimisi alışverişe
çıkabilir bu davranışlar kısa vadede çözümdür. Bu yollara
başvurmanın iki nedeni vardır.
Problemleri
unutmak için bir şeyler yapmak harekete geçmek gerekir.
İstediğimiz şey olmayabilir ancak bu da o kadar korkulacak şey
değildir.
a. Sıkıntıdan kaçmayı sağlaması,
b. Zevk , büyük sevinç gibi keyifli ve coşkulu duygulara yol açması.
Bu kısa çözümler alışkanlık halini alırsa yaşamımızı olumsuz yönde etkiler.
a. Sıkıntıdan kaçmayı sağlaması,
b. Zevk , büyük sevinç gibi keyifli ve coşkulu duygulara yol açması.
Bu kısa çözümler alışkanlık halini alırsa yaşamımızı olumsuz yönde etkiler.
Kısa
vadeli çözümler ise şunlardır ;
- Alışverişkolikler (Genelde kadınlardır)
- Kumar
- Fazla yemek (Gereksinimler)
- Alkol, Sigara, Oyun gibi bağımlılıklar
- Hap kullanmak
- Alışverişkolikler (Genelde kadınlardır)
- Kumar
- Fazla yemek (Gereksinimler)
- Alkol, Sigara, Oyun gibi bağımlılıklar
- Hap kullanmak
Çabuk
çözüme neden olan sorununuzu saptayın ve onu kabullenin ardından
uzun vadeli bir çözüme yönelin . Yukarıdaki kısa vadeli
çözümler için yöneldiğiniz alışkanlıkların sorununuzu ne
ölçüde çözebildiğini ve size ne gibi zararlar verdiğini büyük
harflerle bir liste haline getirin ve görebileceğiniz bir yere asın
.Bu yöntem sizi bu tür alışkanlıklardan kurtarabilir. Kendinizle
konuşmaktan korkmayın ve sürekli konuşun hatta kasete bile
alabilirsiniz .
6.
DEĞİŞMEK İÇİN RAHATLIK TUZAĞINI AŞMAK ŞART
Değişmek
için rahatlık tuzağını aşmak şarttır. Değişimi sağlarken
rahatsızlık çekmekte kaçınılmazdır. Değişmek demek eski
(kötü) alışkanlıkları yıkmak yenilerini geliştirmek amacıyla
düşünce, hissetme ve eylem biçimini değiştirmek demektir.
Değişim başlangıçta zor olabilir. Ancak zamanla alışkanlık
olacak hatta keyif bile alacaksınız. Rahatsız olmaktan hoşlanmamak
gibi bir sorunu kabul etmek gerekir. Kolay yolu seçmek kısa vadede
daha rahat gibi gelebilir. Ancak uzun vadede yaşanılabilecek
güzelliklere sırt çevirmek olacaktır.
Kendimizi değişime hazırlamak için üç aşama vardır :
Birinci aşama : Düşünme ve hissetme biçiminizi değiştiriniz. Kendinizi yenilgiye uğratan davranışlarınızın kökleşmiş bir geçmişi olduğunu geçmişte yaşananlarla arasında anlaşılır bir ilişki bulunduğunu ; geçmişte yaşananların şimdiki sorunlarınızın oluşmasına katkı sağladığını ancak onları yaratmadığını kabul edin.
İkinci aşama ; Geçmişin etkisinden kurtulun .İnsanlar kendilerini genellikle etkin bir biçimde küçükken az , daha sonraki yaşlarda edindikleri akılcı olmayan düşüncelerle doldurduğu için, incinmiş duyguların ve yersiz davranışları bu günkü yaşamını etkilemeye devam ediyor. Bundan kurtulun.
Üçüncü aşama: Artık eyleme geçme , çalışma ve kendinizi bir düzene sokma zamanınızın geldiğini bilin. Kendinize ödevler verin ve şöyle deyin :
Kendimizi değişime hazırlamak için üç aşama vardır :
Birinci aşama : Düşünme ve hissetme biçiminizi değiştiriniz. Kendinizi yenilgiye uğratan davranışlarınızın kökleşmiş bir geçmişi olduğunu geçmişte yaşananlarla arasında anlaşılır bir ilişki bulunduğunu ; geçmişte yaşananların şimdiki sorunlarınızın oluşmasına katkı sağladığını ancak onları yaratmadığını kabul edin.
İkinci aşama ; Geçmişin etkisinden kurtulun .İnsanlar kendilerini genellikle etkin bir biçimde küçükken az , daha sonraki yaşlarda edindikleri akılcı olmayan düşüncelerle doldurduğu için, incinmiş duyguların ve yersiz davranışları bu günkü yaşamını etkilemeye devam ediyor. Bundan kurtulun.
Üçüncü aşama: Artık eyleme geçme , çalışma ve kendinizi bir düzene sokma zamanınızın geldiğini bilin. Kendinize ödevler verin ve şöyle deyin :
Süreklilik
işin kilit noktasını oluşturuyor. Değişmek için değişimde
süreklilik şart bunu bir kağıda yazın çantanızda veya
cüzdanınızda sürekli yanınızda taşıyın. Gün boyunca okuyun
ve hatırlayın. Robotlaşacağım diye korkmayın bazen beklenen
değişim uzun sürebilir bu durumda sabırlı olun ve hayal
kırıklığına uğramayın. Sonunda değişim, rahatınızı ve
mutluluğunuzu getirecektir.
Yazar:
Dr. Wındy Dryden ve Jack Gordon, Rota Yay., 229 sayfa
21 Mart 2015 Cumartesi
Grubun etkisiyle bireyin zihinsel yeteneği belirgin ölçüde azalırken, duyguya açıklığı aşırı ölçüde artar.
Sigmund Freud
Sigmund Freud
Etiketler:
Sigmund Freud,
zz Grup Psikolojisi,
zz Psikoloji
19 Mart 2015 Perşembe
Soytarı olan ben değilim, deliliğini gizlemek için ciddiyet oyunu oynayan şu aklın mantığın alamayacağı ölçüde sinsi, benliğinden bile habersiz toplum.
Salvador Dali
Etiketler:
Salvador Dali,
zz İkiyüzlülük,
zz Normal,
zz Toplum
14 Mart 2015 Cumartesi
1 Ocak 2015 Perşembe
People will forget what you said, people will forget what you did, but people will never forget how you made them feel.
Maya Angelou
Maya Angelou
Etiketler:
Maya Angelou,
zz Davranış,
zz His,
zz İnsan,
zz Unutmak
A belief is not merely an idea that the mind possesses. It is an idea that possesses the mind.
Robert Oxton Bolton
Etiketler:
Robert Oxton Bolton,
zz Düşünce,
zz Düşünme ve Zihin,
zz İnanç
29 Aralık 2014 Pazartesi
23 Kasım 2014 Pazar
10 Kasım 2014 Pazartesi
Bütün savaşlar iç savaştır çünkü bütün insanlar kardeştir.
Herkes, insan ırkına, doğduğu ülkeye olan borcundan sonsuz daha fazla borçludur.
Francois Fenelon
Etiketler:
Francois Fenelon,
zz Devlet,
zz İnsanlık,
zz Milliyetçilik
9 Kasım 2014 Pazar
Başka insanların anlama yetileriyle bilmeyi ummak, sanırım ancak başka insanların gözleriyle görmeyi ummak kadar akla uygundur... Başka insanların kanılarının beynimizde dolaşması, bu kanılar bir biçimde doğru olsa bile bilgimizi zerre kadar arttırmaz. Onlarda bilim olan şey, bizde salt kanıdan başka bir şey değildir.
Helen Keller, 1960
Helen Keller, 1960
16 Eylül 2014 Salı
Amerikalılar'ın beşte birinin kendi ülkelerini dünya haritasında neden bulamadığı sorulduğunda, güzellik kraliçesi Miss Teen Güney Carolia -ne de olsa lise diplomalı bir hanım- kameralar önünde cevap veriyor: "Ben kişisel olarak, Birleşik Devletler Amerikalılar'ının bunu yapamadığına çünkü dışarıda, bizim halkımızda bazı insanların haritalarının olmadığına inanıyorum ve ben bizim eğitimimizin, örneğin Güney Afrika ve Irak'ta, her yerde öyle ya da böyle benzer olduğunu düşünüyorum ve inanıyorum ki, onların, yani burada eğitimimiz, ABD'de ABD'ye faydalı olmalı ve Asya'daki ülkelere, ki böylece geleceğimizin gelişmesi mümkün olsun." Konuşmanın videosu dünyanın her yerinden seyredildi.
Tamam ama güzellik kraliçeleriyle işim olmaz diyorsunuz. O halde şu cümleye ne dersiniz? "Kültürel geleneklerin yansımacılığı illa ki özne merkezli mantık ve gelecekçi tarih bilincinden etkilenmemelidir. Özgürlüğün özneler arası kurulmasının farkına vardığımız boyutta, bir kendinde-mülkiyet olarak düşünülen otonominin sahipsel-bireysel görünümü çöker." Tanıdınız mı? Jürgen Habermas, Faktizität und Geltung / Olgular ve Normlar.
Güzellik kraliçesi ve Alman yıldız filozof örneleri aynı fenomenin göstergeleridir: Sırf konuşmuş olmak için konuşma eğilimi. Düşünmeye üşenme, aptallık ya da bilgisizlik kafamızda bulanıklığa sebep olur. Kelime seli bu zihinsel bulanıklığı maskelemek amacındadır. Bazen işe yarar, bazen yaramaz. Güzellik kraliçesinde bulandırma stratejisi başarısız oldu. Jürgen Habermas'ta işe yaradı, ez azından şimdilik. Bulandırma stratejisi sırasında belagat ne kadar güçlüyse, o derece kolay aldanırız. Sırf konuşmuş olmak için konuşmak otorite önyargısı ile birleşince tehlikeli bir karışım olabilir.
Sırf konuşmuş olmak için konuşma eğiliminin tuzağına ne sık düşmüşümdür! Gençliğimde Jacques Derrida'dan büyülenmiştim. Kitaplarını yutarcasına okudum ama üzerinde çok düşünmeme rağmen hiçbir şey anlamadım. Böylece felsefesi gizli bir bilim havasına büründü. Bütün bunlar beni o konuda bir doktora tezi yazmaya itti hatta. Şimdi geriye dönüp baktığımda, işe yaramaz zırvalıktı her ikisi de, Derrida da benim tezim de. Bilgisizliğimin içinde kendimi sözel bir buhar makinesine dönüştürmüştüm.
Zırvalama akademik çevrelerde gördüğümüz üzere yaygın. Bir bilim ne kadar az sonuç üretiyorsa buna o kadar eğilim gösterir. Sırf konuşmuş olmak için konuşma eğilimine özellikle yatkın olanlar yorumlardan ve ekonomi öngörülerinden kolaylıkla görebileceğiniz gibi ekonomi uzmanlarıdır. Aynı şey küçük ölçekte ekonomi için de geçerli. Bir şirket ne kadar kötü gidiyorsa CEO'su o kadar çok konuşur. Buna sıklıkla eylemler üzerinden çok ama boş işler, yani hiperaktivite de eklenir. Övgüye değer bir istisna General Electric'in eski CEO'su Jack Welch'tir. Bir röportajda şöyle sölyemişti: "Basit ve duru olmanın ne kadar zor olduğuna inanamazsınız. İnsanlar budala görünmekten korkuyor. Gerçekte, tam da tersi."
Sonuç: Sırf konuşmuş olmak için konuşma, bilgisizliği maskeler. Bir şey açık net ifade edilmiyorsa konuşan neden bahsettiğini bilmiyordur. Sözel ifade düşüncelerin aynasıdır: Berrak düşünceler; berrak ifadeler. Bulanık düşünceler; sırf konuşmuş olmak için konuşma. İşin kötü tarafı ise çok az konuda gerçekten berrak düşüncelere sahip olmamızdır. Dünya karmaşık, tek bir unsuru bile kavrayabilmek uzun düşünce mesaisi gerektirir. O türden bir aydınlama yaşayana dek Mark Twain'e kulak vermekte fayda var: "Diyecek bir şeyin yoksa bir şey deme." Basitlik uzun ve zahmetli bir yolun sonudur, başlangıcı değil.
Rolf Dobelli
Tamam ama güzellik kraliçeleriyle işim olmaz diyorsunuz. O halde şu cümleye ne dersiniz? "Kültürel geleneklerin yansımacılığı illa ki özne merkezli mantık ve gelecekçi tarih bilincinden etkilenmemelidir. Özgürlüğün özneler arası kurulmasının farkına vardığımız boyutta, bir kendinde-mülkiyet olarak düşünülen otonominin sahipsel-bireysel görünümü çöker." Tanıdınız mı? Jürgen Habermas, Faktizität und Geltung / Olgular ve Normlar.
Güzellik kraliçesi ve Alman yıldız filozof örneleri aynı fenomenin göstergeleridir: Sırf konuşmuş olmak için konuşma eğilimi. Düşünmeye üşenme, aptallık ya da bilgisizlik kafamızda bulanıklığa sebep olur. Kelime seli bu zihinsel bulanıklığı maskelemek amacındadır. Bazen işe yarar, bazen yaramaz. Güzellik kraliçesinde bulandırma stratejisi başarısız oldu. Jürgen Habermas'ta işe yaradı, ez azından şimdilik. Bulandırma stratejisi sırasında belagat ne kadar güçlüyse, o derece kolay aldanırız. Sırf konuşmuş olmak için konuşmak otorite önyargısı ile birleşince tehlikeli bir karışım olabilir.
Sırf konuşmuş olmak için konuşma eğiliminin tuzağına ne sık düşmüşümdür! Gençliğimde Jacques Derrida'dan büyülenmiştim. Kitaplarını yutarcasına okudum ama üzerinde çok düşünmeme rağmen hiçbir şey anlamadım. Böylece felsefesi gizli bir bilim havasına büründü. Bütün bunlar beni o konuda bir doktora tezi yazmaya itti hatta. Şimdi geriye dönüp baktığımda, işe yaramaz zırvalıktı her ikisi de, Derrida da benim tezim de. Bilgisizliğimin içinde kendimi sözel bir buhar makinesine dönüştürmüştüm.
Zırvalama akademik çevrelerde gördüğümüz üzere yaygın. Bir bilim ne kadar az sonuç üretiyorsa buna o kadar eğilim gösterir. Sırf konuşmuş olmak için konuşma eğilimine özellikle yatkın olanlar yorumlardan ve ekonomi öngörülerinden kolaylıkla görebileceğiniz gibi ekonomi uzmanlarıdır. Aynı şey küçük ölçekte ekonomi için de geçerli. Bir şirket ne kadar kötü gidiyorsa CEO'su o kadar çok konuşur. Buna sıklıkla eylemler üzerinden çok ama boş işler, yani hiperaktivite de eklenir. Övgüye değer bir istisna General Electric'in eski CEO'su Jack Welch'tir. Bir röportajda şöyle sölyemişti: "Basit ve duru olmanın ne kadar zor olduğuna inanamazsınız. İnsanlar budala görünmekten korkuyor. Gerçekte, tam da tersi."
Sonuç: Sırf konuşmuş olmak için konuşma, bilgisizliği maskeler. Bir şey açık net ifade edilmiyorsa konuşan neden bahsettiğini bilmiyordur. Sözel ifade düşüncelerin aynasıdır: Berrak düşünceler; berrak ifadeler. Bulanık düşünceler; sırf konuşmuş olmak için konuşma. İşin kötü tarafı ise çok az konuda gerçekten berrak düşüncelere sahip olmamızdır. Dünya karmaşık, tek bir unsuru bile kavrayabilmek uzun düşünce mesaisi gerektirir. O türden bir aydınlama yaşayana dek Mark Twain'e kulak vermekte fayda var: "Diyecek bir şeyin yoksa bir şey deme." Basitlik uzun ve zahmetli bir yolun sonudur, başlangıcı değil.
Rolf Dobelli
Etiketler:
Rolf Dobelli,
zz Akademi,
zz Felsefe,
zz Yazmak
Okurlara, olumlu bir yaklaşımla üzerinde düşünmeleri için, korkarım son derece paradoksal ve yıkıcı görünebilecek bir öğreti sunmak istiyorum. Söz konusu öğreti şudur: Doğru olduğunu varsaymak için hiçbir sebebin bulunmadığı bir önermeye inanmak sakıncalıdır. Elbette itiraf etmeliyim ki, böyle bir görüş yaygınlaşacak olursa, toplumsal yaşamımız ve politik sistemimiz tamamen dönüşecektir: Şu an ikisi de kusursuz olduklarından, bu durum öğretinin aleyhine olmalı. Ayrıca bu görüşün, bu dünyada ve öte dünyada mutluluğu hak etmek için hiçbir şey yapmamış insanların akıldışı umutları üzerinden geçimini sağlayan falcıların, müşterek bahisçilerin, din adamlarının ve diğerlerinin gelirlerinde azalmaya neden olacağının da farkındayım (ki bu daha ciddi bir durum). Bu tehlikeli argümanlara rağmen, ileri sürdüğüm paradoksun savunulabilecek yanları olduğu kanısındayım ve şimdi bunları ortaya koymaya çalışacağım.
İlkin, aşırı bir görüşü savunduğumun düşünülmesine karşı önlem almak isterim... Savunduğum şüphecilik sadece şundan ibaret: (1) Uzmanlar bir görüşte hemfikirlerse, karşıt görüş kesin doğru kabul edilemez; (2) hemfikir değillerse, hiçbir görüş kesin doğru sayılamaz... ve (3) olumlu bir görüşün var olması için yeterli sebepler olmadığını hepsi kabul ediyorsa, sıradan insan yargısını askıya almakla iyi eder.
Bu önermeler ılımlı görünmekle birlikte, kabul edildikleri takdirde insan yaşamını kesinlikle kökten değiştirirler.
İnsanların uğrunda savaşmaya ve zulmetmeye can attığı görüşlerin tamamı, bu şüpheciliğin mahkum ettiği yukarıdaki üç sınıftan birine aittir.
Bertrand Russell, 1935:11-13
İlkin, aşırı bir görüşü savunduğumun düşünülmesine karşı önlem almak isterim... Savunduğum şüphecilik sadece şundan ibaret: (1) Uzmanlar bir görüşte hemfikirlerse, karşıt görüş kesin doğru kabul edilemez; (2) hemfikir değillerse, hiçbir görüş kesin doğru sayılamaz... ve (3) olumlu bir görüşün var olması için yeterli sebepler olmadığını hepsi kabul ediyorsa, sıradan insan yargısını askıya almakla iyi eder.
Bu önermeler ılımlı görünmekle birlikte, kabul edildikleri takdirde insan yaşamını kesinlikle kökten değiştirirler.
İnsanların uğrunda savaşmaya ve zulmetmeye can attığı görüşlerin tamamı, bu şüpheciliğin mahkum ettiği yukarıdaki üç sınıftan birine aittir.
Bertrand Russell, 1935:11-13
27 Ağustos 2014 Çarşamba
Piyasa ekonomisi, ekonomik aktörler olarak bireylerin kendi imkan ve becerilerini adil davranış kuralları çerçevesinde kendi amaç ve tercihleri için kullanmasına dayanır. Bu yüzden teşebbüs özgürlüğü, düşünce özgürlüğü kadar önemlidir. Rekabet bir dayanışma yöntemidir. Onsuz teşebbüs özgürlüğü olmaz. Piyasa ekonomisi olmazsa özgürlük korunamaz. Devlet araçları mülkiyeti kontrol ederse, amaçları da kontrol eder.
F. A. Hayek
F. A. Hayek
Etiketler:
F. A. Hayek,
zz Ekonomi,
zz Liberalizm,
zz Özel Mülkiyet
25 Ağustos 2014 Pazartesi
Küstah olduğum için değil fakat hayatımda beni üzen veya rahatsız eden şeylerle daha fazla zaman kaybetmek istemediğim bir noktaya ulaştığım için artık belli şeylere karşı sabrımı kaybettim. Hayata ve insanlara şüpheyle bakan sinik (cynical) yaklaşıma, aşırı eleştiri ve talebin her türlüsüne karşı sabrım kalmadı. Beni sevmeyenleri memnun etme, beni sevmeyenleri sevme ve bana gülümsemek istemeyenlere gülümseme arzumu kaybettim. Artık yalan söyleyenler ve manipüle etmeye çalışanlar için bir dakika bile harcamıyorum. Sahtelik, ikiyüzlülük, riyakârlık ve şakşakçılıktan uzak durmaya karar verdim. Seçici bilgelik ve akademik küstahlığı hoşgörmüyorum. Popüler dedikoduya da ayak uydurmuyorum. Çatışma ve karşılaştırmalardan nefret ediyorum. Karşıtlıklar dünyasına inanıyorum ve bu nedenle rijid ve esnek olmayan kişilerden uzak duruyorum. Dostlukta sadakatsizlik ve ihanetten haz etmiyorum. Kompliman yapmasını ve cesaret verici bir söz etmesini bilmeyenlerle geçinemem. Abartmalar beni sıkıyor ve hayvanları sevmeyenleri kabul etmekte zorlanıyorum. Ve hepsine ilave olarak benim sabrımı hak etmeyenlere karşı sabrım yok.
Meryl Streep
Meryl Streep
17 Ağustos 2014 Pazar
31 Temmuz 2014 Perşembe
2 Temmuz 2014 Çarşamba
"İnsanın aklı üzerindeki her tür zorbalığa karşı Tanrı'nın huzurunda daimi düşmanlık yemini ettim."
Thomas Jefferson
Thomas Jefferson
Etiketler:
Thomas Jefferson,
zz Düşünme ve Zihin,
zz Özgürlük
"Sadece, kendisinin iyiliğine olacağını düşündüğünüz için bir insanı istemediği bir şeyi ödemeye zorlamaktan daha kötü bir tiranlık yoktur."
Robert Heinlein
Robert Heinlein
Etiketler:
Robert Heinlein,
zz Otorite,
zz Özgürlük,
zz Politika,
zz Totalitarizm
"Özel mülkiyet özgürlüğün ilk kaynağıydı ve halen de ana desteğidir."
Walter Lippmann
Walter Lippmann
Etiketler:
Walter Lippmann,
zz Liberalizm,
zz Özel Mülkiyet,
zz Özgürlük
1 Temmuz 2014 Salı
Devlet, herkesin kendisi aracılığıyla başkasının cebinden yaşamaya çalıştığı büyük kurgudur.
Frederic Bastiat
Frederic Bastiat
Etiketler:
Frederic Bastiat,
zz Devlet,
zz Ekonomi,
zz Politika
26 Haziran 2014 Perşembe
8 Haziran 2014 Pazar
Her şeyden önce zekâ ancak özgürlük varsa ortaya çıkabilir: düşünme, hissetme, gözlemleme, sorgulama özgürlüğü. Ne var ki eğer ben size bir şeyi dayatırsam sizi de kendim gibi aptallaştırırım; genelde okullarda olan biten de budur. Öğretmen kendisinin bildiğini, sizin bilmediğinizi düşünür. Peki, öğretmen ne biliyor? Matematik veya coğrafyadan birazcık fazlasını. O hiçbir hayati sorunu çözmüş değil, hayatin son derece önemli meselelerini sorgulamış değil. O sadece Jüpiter veya başçavuş gibi esip gürler. Öyleyse böyle bir okulda, size söylenenleri yapmanız için disiplin altına sokulmanız yerine, anlamak, zeki ve özgür olmak konusunda yardım almanız gerekiyor, çünkü ancak o zaman hayatın zorluklarını korkusuzca göğüsleyebilirsiniz.
Hakikat üzerine, Jiddu Krishnamurti
Hakikat üzerine, Jiddu Krishnamurti
Etiketler:
Krishnamurti,
zz Cesaret,
zz Eğitim,
zz Özgürlük
7 Haziran 2014 Cumartesi
Başkalarını aynı haklarından mahrum etmeye kalkışmadıkça veya onu elde etme çabalarını bastırmadıkça, adını hak eden tek özgürlük kendi iyi anlayışımızı kendi tarzımızda takip etme özgürlüğüdür. İster bedensel, ister zihinsel isterse de ruhsal olsun, herkes kendi sağlığının en iyi koruyucusudur. Her bir bireyi toplumun geri kalanına iyi göründüğü biçimde yaşamaya zorlamaktansa herkesin kendi bildiği gibi yaşamasına katlandığımızda insanlık daha kazançlı çıkacaktır.
John Stuart Mill
John Stuart Mill
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)