27 Ocak 2013 Pazar


Neden utandırıyorsun beni bakışınla?
Dilenmek için gelmedim ben.
Sadece vakit geçirmek için duruyorum geniş avlunun kenarında bahçe çitinin dışında.
Neden ayıplıyorsun ki bakışınla?
Bir tek gül bile koparmadım bahçenden, ne de bir tek meyve.
Mütevazice sığındım yol kenarındaki gölgeye, her garip yolcunun duracağı yere.
Bir tek gül bile koparmadım.

Evet, yorgun ayaklarım, yağmur yağıyor bardaktan boşanırcasına.
Rüzgar inledi sallanan bambu dallarının arasından.
Bulutlar ötelere kaçtı gökte ölümden kaçar gibi.
Yorgun ayaklarım...

Bilmiyorum ne düşündün benim için, ya da kimdi beklediğin kapının önünde.
Yıldırımlar saçılıyordu gözlerinden.
Nereden bilebilirim karanlıkta durduğum yeri görebildiğini?
Bilmiyorum ne düşündün benim için.

Gün bitti, yağmur kesilir gibi bir an.
Avlunun kenarındaki ağacının gölgesini de bırakıyorum senin, otlar üzerindeki oturma yerini de.
Hava karardı, kapa kapını, gidiyorum işte yoluma.
Gün bitti...


Rabindranath Tagore

26 Ocak 2013 Cumartesi

Ormanda yaşamayı, şehirde yaşamaya yeğlerim. Niye mi? Çünkü şehirlerde çok azgınlık var. Azgın bir dişinin eline düşmektense, bir katilin eline düşmek daha iyidir. Şu erkeklere bir bakın. Dünyada bir kadınla yatmaktan başka, bir şey tercih etmediği nasıl da gözlerinden okunuyor. Ruhların dibi bataklıktır. Bataklıkların bir de zekâsı varsa, ne yazık... Hiç olmazsa hayvan olsaydınız; fakat hayvan olmak için masum olmak gerekir. Duygularınızı öldürmenizi mi önersem?... Duygularınıza namus öneriyorum.

Nietzsche, Böyle Buyurdu Zerdüşt

24 Ocak 2013 Perşembe

Ne ölümlülerin umutsuz yaşamlarında pek bulamadıkları o parlak altınlar,
Ne mücevherler, ne insanların öylesine değer verdikleri gümüş yataklar,
Ne engin ovalarda ağır başakların kendi kendine bittiği tarlalar
Erdemli kimselerin düşünceleri gibi parlak olamazlar.


Platon, Mektuplar
Dili bir keman gibi akort etmek gerekir; nasıl ki şarkıcının sesindeki ya da teldeki titreşimlerin gereğinden fazla ya da az oluşu yanlış bir notanın sesini verirse kelimelerdeki fazlalık ya da yetersizlik de mesajı bozar.

Oscar Wilde, De Profundis

21 Ocak 2013 Pazartesi

Göğsünü saran zincirleri birden kıran, aynı zamanda sızlanmayı da kesen kimse, ruhunun en büyük kurtarıcısıdır.

Ovidius
En az on dört, belki de yüz on dört tane yanlış teori üretmeden bir tanecik gerçeğe ulaşılmaz ve bu da kendine göre onurlu bir şeydir; ama biz yanlışlarımızı bile kendi kafamızdan üretemiyoruz. Bana en büyük yanlışlıklarla dolu saçmalıkları söyleyin, eğer bunlar bizzat sizin saçmalıklarınızsa, sizi bağrıma basarım! Başkalarının doğrularını söylemektense kendi yalanlarınızı söyleyin daha iyidir desem yeri var; böyle yaptığınızda hiç değilse insansınız demektir; aksi durumda ise, papağandan farkınız yoktur.

Hakikat hep vardır, varlığını sürdürür; ama hayat tıkanır, kesintiye uğrar, örnekleri vardır bunun. Peki, şu hâlde biz neyiz şimdi? Biz hepimiz, istisnasız, bilim, ilerleme, düşünce, buluş, idealler, arzular, liberalizm, muhakeme, tecrübe bakımından; her şey, her şey, her şey açısından, daha ana okulundaki çocuk hükmündeyiz! Başka insanların fikirleriyle geçinip gitmekten memnunuz.

Dostoyevski, Suç ve Ceza
İnsanlara hiçbir şey verilmez; ele geçirebilecekleri azıcık şeyin bedeli de haksız yere ölümlerdir. Ama insanoğlunun büyüklüğü burada değildir. İçinde bulunduğu durumdan daha güçlü olma kararlılığındadır. Eğer durumu adaletsizse, üstesinden gelmesinin tek bir yolu vardır: kendisinin adaletli olması.

Albert Camus, Başkaldıran İnsan
Sosyalizm, Marksist biçimde ve diğer birçok biçimde, herkese yönelik onurlu, insanca bir varoluş adına maddi bir temel oluşturmak istedi. Çalışmayı yönetecek bir sermayeyi değil, sermayeyi yönetecek bir çalışmayı istedi. Sosyalistler, kapitalizmde nesnelerin yaşamı yönettiğini gözlemlediler, bu da sahip olmanın “olmaya’’ baskın çıktığı, geçmişin geleceği yönettiği anlamına gelmekteydi. Onların isteği ise bunu tam tersine çevirmekti. Sosyalizmin amacı insanın özgürleştirilmesiydi, hemcinsleriyle ve doğayla kendiliğinden, zengin, yeni, ilişkilere giren bir insan olan yabancılaşmamış, çarpıklaştırılmamış bireyin yeniden yaratılmasıydı. Sosyalizmin amacı; insanın kendini bağlayan zincirlerden, kurgu ve gerçek dışı şeylerden kurtulup, düşüncesini, duygusunu ve güçlerini yaratıcı yolda kullanabilecek bir varlık olmasını sağlamaktı. Sosyalizm, insanın bağımsız olmasını istedi, ki bu da onun kendi ayakları üzerinde durabilmesi demekti. Bunun ise ancak Marx’ın değindiği gibi “insan varoluşunu kendine borçludur, kendi bireyselliğini; görerek, duyarak, koklayarak, tadarak, duyumsayarak, düşünerek, isteyerek, severek tam bir insan gibi dünyayla her bir ilişkisin tanıtlarsa - kısacası kendi bireyselliğinin tüm verilerini tanıtlayıp, ifade edebilirse’’ olanaklı olabileceğine inanıyordu. Sosyalizmin amacı; insanla insan, insanla doğa ilişkisinin birliğiydi.

Sosyalizmin amacı, aynılık değil bireysellikti. Ekonomik bağlardan kurtulma, maddi amacın yaşamın ana kavramı haline gelmesine engel olma, tüm insanların tam bir dayanışma içinde olmasını sağlamak, bir insanın bir diğeri tarafından yönetilip, hükmedilmemesini olanaklı kılmak, bu amacın ilkeleri arasındadır. İlke; her insanın kendi başına amaç olması, hiçbir insanın hiçbir zaman başka bir insanın aracı olmamasıydı. Sosyalistlerin yaratmak istedikleri toplumda vatandaş, nesne olarak değil kişi olarak tüm kararlara etkin ve sorumlu olarak katılmalıydı, çünkü insanın inançları ve yapay olmayan görüşleri vardır.

Sosyalizm için yoksulluk gibi zenginlik de bir kusurdur. Maddi yoksulluk, insanı insanca zengin bir yaşamdan yoksun bırakıyordu. Maddi zenginlik ise güç gibi insan için baştan çıkarıcıydı. Ayrıca, insanda, oran ve kendi doğasında varolan sınır kavramlarını yıpratıyor, insan hemcinsleriyle aynı varoluş temelini paylaşmadığı sanısını veren gerçek dışı ve neredeyse delice bir ‘eşsizlik’ duygusunu yaratıyordu. Sosyalizmin isteği, maddi rahatlığın yaşamın gerçek amacı adına araç olmasıydı. Bireysel zenginliği, toplum için olduğu kadar birey için de bir tehlike olarak görüyor ve karşı çıkıyordu. Gerçekte de, sosyalizmin kapitalizme karşıt durumu bu ilke ile doğrulanır. Kendi mantıkları içinde, kapitalizmin amacı; durmadan artan—maddi zenginlikken, sosyalizmin amacı; durmadan artan insan üretkenliği, canlılığı, mutluluğu ve insanın amacına destek olabilecek oranda maddi rahatlığı sağlamaktı.

Sosyalizmin umudu, bunların sonucunda devletin işlerliğinin ortadan kalkmasıydı; çünkü o zaman insanlar değil, yalnızca nesneler yönetilecekti.

Erich Fromm
Yoksul, perişan ve akılsız halklar, uluslar, kendi yararınıza olanı görmemekte direnen sizlersiniz! Kendi gözlerinizin önünde gelirinizin en önemli kısmından mahrum bırakılıyorsunuz, tarlalarınız yağmalanıyor, evleriniz soyuluyor, ailenizden yadigar kalanlar alınıp götürülüyor. Öyle bir hayat sürüyorsunuz ki, kendinizin olduğunu iddia edebileceğiniz tek bir şeyiniz yok; görünen o ki, malınız mülkünüz, aileniz ve bizzat hayatınız size ödünç verildiği için şanslı olduğunuzu düşünüyorsunuz. Bütün bu zarar ziyanı, bu bedbahtlığı, bu yıkımı üzerinize salan yabancı düşmanlar değil, bir tek düşman, sizin sayenizde o kadar güçlü olan, onun için kahramanca savaşmaya gittiğiniz, onun azameti için kendi canınızı ölüme atmayı reddetmediğiniz. Üzerinizde bu yolla tahakküm kuran bu düşman iki göze, sadece iki ele, sadece bir vücuda sahip, şehirlerinizde yaşayan sayısız insan içinden en önemsizinin sahip olduğundan daha çoğuna değil, sizi yıkması için ona bağışladığınız güçten daha fazlasına sahip değil gerçekten de. Eğer siz kendiniz vermiyorsanız, sizi gözetlemeye yetecek kadar gözü nerden buldu? Eğer sizden ödünç almıyorsa onları, size vurabilmek için nasıl o kadar kolu olabilir? Nereden buluyor şehirlerinizi ezip geçen ayakları, onlar sizin kendi ayaklarınız değilse eğer? Sizin üzerinizde nasıl bir güce sahip olur, sizin vasıtanızla gelen güç haricinde? Size saldırmaya nasıl cüret edecekti, siz ona hiç destek vermeseydiniz eğer? Ne yapabilirdi size, sizi yağmalayan bu hırsıza siz kendiniz göz yummuş olmasaydınız, sizi öldüren katilin suç ortakları olmasaydınız, siz kendiniz olmasaydınız kendine ihanet edenler? O yağmalayabilsin diye kendi ekininizi ekiyorsunuz, ona talan edeceği mallar verebilmek için evinizi kurup döşüyorsunuz; kızlarınızı onun şehvetini tatmin etsin diye yetiştiriyorsunuz; bildiği en büyük ayrıcalığı belki onlara bağışlar diye büyütüyorsunuz çocuklarınızı - onun savaşlarına sürülmeleri, mezbaaya götürülmeleri, onun hırsının kölesi, onun intikamının arayıcıları olmaları için; o keyfine baksın ve iğrenç zevkleri içinde kendini sefahate versin diye bedenlerinizi ağır işlere teslim ediyorsunuz; onu sizi frenleyecek kadar güçlü ve zorlu kılmak için kendinizi zayıf düşürüyorsunuz. Meydandaki en kaba sabanın bile bütün bu hakaretlerden kurtarabilirsiniz kendinizi, denerseniz eğer, eyleme geçerek değil, sadece özgür olmayı isteyerek. Artık hizmet etmemeye karar verdiğinizde hemen özgür olacaksınız. Ellerinizi tiranın üstüne koyup onu devirmeniz değil sizden istediğim, onu artık desteklememeniz sadece. O vakit, onu seyreden siz olacaksınız, tabanı kopmuş, kendi ağırlığından düşüp parçalara ayrılmış azametli bir heykel gibi!

Etienne de la Boetie, 
Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev
Hayat kalbe aittir. Hayat sadece kalbin içinden yeşerir. Sevginin yeşerdiği, hayatın yeşerdiği, ruhun yeşerdiği toprak kalbe aittir. Güzel olan her şey, gerçekten değerli olan her şey, anlamlı, önemli olan her şey kalpten gelir. 

Osho

Özgürlüğün Tanığı

Öyle bir zamanda yaşıyoruz ki, insanlar, tatsız ve acımasız inançlar yüzünden her şeyden utanır oldular. Kendilerinden, mutlu olmaktan, sevmekten, yaratmaktan utanıyorlar, öyle bir zaman ki bu, Racine Bérénice'i yazdı diye yüzü kızaracak, Rembrandt Gece Nöbeti tablosunu yaptı diye, mahallenin karakoluna koşup kendini bağışlatmanın yolunu arayacak. Yazarlar ve sanatçılar bugün vicdan azapları içinde yaşıyorlar. Kendimizi bağışlanık göstermeye çalışmak moda oldu aramızda.

Doğrusunu isterseniz, bu duruma düşmemiz için bir hayli uğraşıyorlar. Dört bir yanımızdan politikacılar bağırıp duruyorlar bize ve kendimizi savunmaya zorluyorlar bizi. Yararsız oluşumuzun ve yararsızlığımız dolayısıyla kötü amaçlara araç oluşumuzun hesabını vermeliymişiz. Bu birbirini tutmaz suçlamalar karşısında kendimizi temize çıkarmanın güçlüğünü söyledik mi, diyorlar ki bize :Herkese birden hesap vermek olanaksızdır, ama bazı kimseler sizi cömertçe bağışlayabilirler. Bunun için de, onların partisine girmeliymiş, bu parti de dediklerine göre, doğru yoldaymış. Bu türlü savlan bir tutturdular mı, sanatçıya şunu da söylüyorlar : «Dünyamızın yoksulluğunu görüyorsunuz.

Ne yapıyorsunuz bunun için?» Bu hayasızca yüklenmeye karşı şunu söyleyebiliriz : «Dünyanın yoksulluğu mu dediniz? Ben onu artırmıyorum hiç olmazsa. Hanginiz bunu söyleyebilirsiniz?» Bununla birlikte, aramızda kendini bilen hiç kimse, umutsuz bir insanlıktan yükselen çağrıya duygusuz kalamaz; orası doğru. Demek ki, ne yaparsak yapalım, kendimizi suçlu bulmakzorundayız. Bu da bizi layık anlamıyla günah çıkarmaya götürür ki, en belalısı da budur.

Yine de iş göründüğü kadar basit değil. Bizden istedikleri seçme, pek öyle kendiliğinden olmuyor. Bu seçme, daha önce yapılmış başka seçmelere bağlı. Bir sanatçının yaptığı ilk seçme, sanatçı olmaktır. Sanatı seçmesinde kendi kimliği ve sanat anlayışı rol oynamıştır. Bu nedenler onca yaptığı seçmeyi haklı göstermeye yetmişse, bugün de aynı nedenler tarih karşısındaki tutumunu belirt-mesine yardım edebilirler. Hiç değilse, ben böyle düşünüyorum ve mademki açık konuşuyoruz, biraz tuhaf da görünse, ben bu akşam, duymadığım bir vicdan azabından değil, dünyanın yoksulluğu karşısında ve bu yoksulluk dolayısıyla mesleğimiz için duyduğum minnet ve kıvançtan söz edeceğim. Mademki hesap vermek gerekiyor, ben haklıyız diyeceğim, bu mesleği kininkuruttuğu bir dünyada kendi güçlerimiz ve yetilerimizin sınırları içinde yürütmekte. O meslek ki, her birimize kimsenin can düşmanı olmadığımızı rahatça söyletebilir. Ama, bu düşünceyi açmak gerekir. Onun için, biraz yaşadığımız dünyadan ve biz yazar ve sanatçıların bu dünyada ne yapması gerektiğinden söz etmeliyim.

Dünyamızın başı dertte ve bizden bu durumu değiştirmemiz isteniyor. Ama, bu dert nedir? ilk bakışta şöyle anlatıveririz gibi geliyor. Bu son yıllarda, dünyada, çok insan öldürüldü, dediklerine göre, daha da öldürülecek. Bu kadar çok ölü, ister istemez, havayı ağırlaştırıyor. Yeni bir şey değil bu, kuşkusuz. Resmi tarih, oldum olası, büyük katillerin tarihidir. Kabil Habil'i bugün öldürmüş de-ğil, ama bugün Kabil Habil'i akıl uğruna öldürüyor ve onur madalyası istiyor.

Düşüncemi daha iyi anlatmak için bir örnek vereceğim.1947 Kasım grevleri sırasında gazeteler Paris celladının da işini bırakacağını yazdılar. Bu yurttaşımızın kararı üstünde gereğince durulmadı bence, istediği şey apaçıktı. Her gördüğü iş için bir pirim istiyordu; her iş görenin istemekte haklı olduğu gibi. Ama, asıl isteği büro şefliği kadrosuydu. îyi hizmet ettiğine inandığı devletin bugün bütün iyi memurlarına verebileceği tek hakkı, elle tutulur tek onuru, yani belli bir devlet kadrosunun kendisine de verilmesini istiyordu, işte tarihin yükü altında, son serbest mesleklerimizden biri de böylece sönüp gidiyordu. Evet, tarihin yükü altında diyebiliriz, gerçekten. îlk kanlı çağlarda, korkunç bir ün celladı herkesten uzak tutardı. O, işi gereği, yaşamın ve bedenin gizine kıyan kimseydi. Korkunçtu ve biliyordu korkunç olduğunu.

Celladın korkunç olması, insan yaşamının değerli olması demekti. Bugünse cellatlık yalnızca utanılır bir iş olmakla kalıyor. Bu durumda celladın, elleri temiz değil diye sofraya alınmayan bir yoksul akraba işlemi görmek istememesini haklı buluyorum. Adam öldürme ve işkence etmenin birer öğreti olduğu ve nerdeyse birer kurum haline geldiği bir uygarlıkta, cellatların memur kadrolarına girmeye yerden göğe kadar haklan vardır. Doğrusunu isterseniz, biz Fransızlar bu işte biraz geç bile kaldık. Dünyanın hemen her yerinde, cellatlar bakan koltuklarına kurulmuşlar bile.

Yalnız balta yerine kalem kâğıt var ellerinde.ölüm bir istatistik ve devlet işi oldu mu, dünya işleri artık iyi gitmiyor demektir. Ama, ölüm soyutlaştı mı, yaşam da soyutlaştı demektir. Bir adamın yaşamını bir ideolojiye kul köle etmek, onu soyutlaştırmak değil de nedir? İşin kötüsü, biz,ideolojiler, hem de toptancı ideolojiler çağındayız. Bu ideolojiler, kendilerine, dar kafalarına, budalaca mantıklarına o kadar güveniyorlar ki, dünyanın esenliğini yalnız kendilerinin basa geçmesine ve başkalarının boyun eğmesine bağlı görüyorlar. Oysa, bir insana ya da herhangi bir şeye boyun eğdirmeyi istemek, onun kısır, sessiz, hatta ölü olmasını istemek demektir. Bunu görmek için sağımıza solumuza bakmak elverir.

Karşılıklı konuşma olmayan yerde yaşam da yoktur. Ve dünyanın en büyük bölümünde, bugün, karşılıklı konuşmanın yerini tek yanlı çatma almış, diyalogun yerini polemik tutmuştur. XX. yüzyıl tek yanlı çatma ve kötüleme çağıdır. Uluslar ve tek tek insanlar arasında, eskiden pir aşkına görülen işlerde bile, bugün, çatma konuşmanın yerini almıştır. Gece gündüz, binlerce sesin, tek yanlı bağrışmaları, ulusların üstüne aldatıcı sözler, taşlamalar, savunmalar, coşkunluklar yağdırmaktadır.

Peki ama, polemik nasıl bir makinedir, nasıl işler? Karşısındakine düşmanmış gibi bakacaksın, onu basitleştirecek, hiçe sayacaksın, yani görmek bile istemeyeceksin. Kötülediğin kimsenin artık gözünün rengini bile bilmez olacaksın. Hiç güldüğü olur mu, gülerse acaba nasıl güler diye düşünmeyeceksin. Polemik yüzünden, çoğumuzun gözünü perdeler bürümüş, artık insanlar arasında değil, bir gölgeler dünyasında yaşıyoruz. İnandırma olmayan yerde yaşam da yoktur. Bugünün tarihi ise yıldırmadan başka bir şey bilmiyor. İnsanlar, ortak bir şeyleri olduğu ve bir şeyde her zaman buluşabilecekleri düşüncesiyle yaşar ve ancak bununla yaşamasını bilirler. Ama, biz yeni bir şey bulduk : İnandırılmayan kimseler de varmış meğer. Toplama kamplarının bir kurbanının, kendini çamura atanlara bunu yapmamaları gerektiğini anlatmasına olanak yoktu, hâlâ da yok.

Çünkü, bunu yapanlar, artık insanların değil, bir düşüncenin adamıdırlar. Bu düşünce de, yumuşamak nedir bilmeyen bir istemin buyruğundadır. İnsanlara boyun eğdirmek isteyenin kulağı sağırdır. Onun önünde ya dövüşeceksin, ya öleceksin. İşte bu yüzden, bugünün insanları korku içinde yaşıyorlar. Mısırlıların «ölüm Kitabı» nda doğru bir Mısırlının öbür dünyada temize çıkabilmesi için şunu söyleyebilmesi gerekirmiş : Kimseyi korkutmadım. Günümüzün büyükleri arasında, kıyamet günü, bu sözü söyleyecek adamı güç bulursunuz.

Bugün birer gölge durumuna gelmiş, sağır, kör, korku içinde yaşayan, karnelerle beslenen ve bütün yaşamları bir polis fişinde özetlenen insanların adsız, soyutlaşmış birer varlık sayılmalarında şaşılacak ne var? Bu ideolojilerden çıkmış düzenlerin büyük toplulukları yerlerinden söküp, zavallı birer rakam durumunda Avrupa'nın ötesine berisine sürmeleri ne kadar anlamlıdır. Bu güzel felsefeler tarihe gireli, eskiden her birinin bir el sıkma tarzı olan binlerce insan, göçmen damgası altında gömülüp gitmiştir. Çok akıllı bir dünya, bu damgayı onlar için bulmuş...

Evet, bütün bunlar akla uygun bir kuram adına bütün dünyayı birleştirmek istedi mi, dünyayı kuram kadar etsiz kemiksiz, kör, sağır etmekten başka yol yoktur. İnsanı yaşama ve doğaya bağlayan kökleri koparıp atacaksınız. Başka yolu yok. Dostoyevski'den beri Avrupa edebiyatında doğa betimlemelerine rastlanmaması bir rastlantı değildir sadece. Bugünü anlatan yapıtların yazarları, duygu incelikleri, sevgi gerçekleri üzerinde duracak yerde, yargıçlardan, mahkemelerden, davalardan, suçlama yollarından başka bir şey görmüyorlar. Pencereleri dünyanın güzelliklerine açacak yerde, yalnızların sıkıntılarına açılmış pencereleri kapıyorlar...

Sanatın büyüklüğünü yapan her şey, böyle bir dünyaya karşıdır. Sanat yapıtı, yalnız varlığı ile,ideolojinin utkularım hiçe sayar. Yarının tarihinde görülecek şeylerden biri fatihlerle sanatçılar arasında şimdiden başlamış olan savaştır. Oysa, her ikisinin de istediği birdir. Politika ve sanat, dünyanın düzensizlikleri karşısında aynı başkaldırmanın iki ayrı yüzüdür. Her ikisinde de istenen şey, dünyayı birliğe götürmektir. Sanatçının davasıyla politika öncüsünün davası uzun zamandır birbirine karışmıştır. Bonaparte'ın isteği ile Goethe'ninki birdir. Ama, Bonaparte liselerimize trampeti, Goethe ise Roma Ağıtları’nı (Römisch Ele-gien) bırakmıştır. Ama, tekniğe dayanan yapıcı ideolojiler ortaya çıkalı, devrimci fatih olmaya başlayalı iki yol birbirinden ayrılıyor. Çünkü, sağda da solda da fatihin aradığı, karşıtların uzlaşması demek olan birlik değil, ayrılıkların ezilmesi demek olan toptancılıktır. Fatihin dümdüz ettiği yerde, sanatçı ayrılıklar görür. İnsanın etini kemiğini, duygularım hesaba katarak yaratan sanatçı, hiçbir şeyin basit olmadığını ve kendinden başka insanların yaşadığını bilir. Fatihse kendinden başka türlüsünün yok olmasını ister. Onunki bir efendi-köle dünyasıdır, yani bizim şu yaşadığımız dünya. Sanatçının dünyası, diri bir çatışma ve anlaşma dünyasıdır. Hiçbir büyük yapıt tanımıyorum ki, yalnız kin üstüne kurulmuş olsun. Ama, böylesi imparatorluklar biliyoruz. Fatihin kendi davranışının mantığına göre cellat ve polis olan yerde, sanatçı ister istemez çekingen olacaktır. Bugünkü toplum politikası karşısında sanatçı için tek tutarlı yol,kimsenin buyruğunu dinlememek, ya da sanatçı olmaktan vazgeçmektir. İstese bile, bugünkü ideolojilerin tuttukları yollara girmeyi, kullandıkları dili kullanmayı beceremez.

İşte, bunun için bizden hesap verme, bağlanma .istemek boşuna ve saçmadır. Biz bağlı olmasına bağlıyız; ister istemez. Kısacası, biz savaştığımız için sanatçı değiliz, sanatçı olduğumuz için yaşıyoruz. İşi gereği, sanatçı özgürlükten yanadır ve bu da ona çoğu kez pahalıya mal olur. îşi gereği, tarihin en içinden çıkılmaz karanlığında insanın nefes almaz olduğu yerde görevlidir. Dünyamız ne ise, o ve biz ne durumda olursak olalım, ona bağlıyız; doğamız gereği de bugün ister ulusçu, ister partici olsun, bu dünyayı elinde tutan soyut putların düşmanıyız. Ahlak ve erdem adına değil — böyle söyleyip herkesi büsbütün aldatanlar da var — biz erdemli kişiler değiliz. Devrimcilerimizin kafa ve burun ölçülerine bağlar göründükleri erdemden yoksun olmamız da üzülecek bir şey değildir. Biz, bütün insanlarda ortak olan şeye tutkun olduğumuz için. akim en bayağı yanıyla girişilen işlere katılmayacağız. Ama bu, bizim bağlılığımızın ne demek olduğunu da anlatıyor.

Biz, herkesin yalnızlığa hakkı olduğunu savunduğumuz için, hiçbir zaman yalnız kalmayacağız. Sıkıştırıyorlar bizi, vaktimiz yok, tek başımıza çalışamayız. Tolstoy, kendi yapmadığı bir savaş üstüne, bütün edebiyatların en büyük romanını yazdı. Bizim savaşlarsa, savaşlardan başka bir şey yazmaya vakit bırakmıyorlar... Péguy'yi ve binlerce ozanı birden öldürüyorlar...

Gerçek sanatçılar politika şampiyonu olamazlar. Çünkü onlar, bilirim, hem de nasıl, rakiplerinin ölümüne duygusuz kalamazlar. Sanatçılar yaşamdan yanadırlar, Ölümden yana değil. Etin kemiğin adamlarıdır onlar, yasanın değil. Sanatçı oldukları için,düşmanlarım bile anlamak zorundadırlar. Ama, bu, hiç de demek değildir ki, iyi ile kötüyü ayırt etmek gücünden yoksundurlar. Başkalarının yaşamını yaşamak güçleri olduğu için, en azılı suçluyu bile temize çıkaran yanı, acıyı görebilirler.

İşte, onun için bizler hiçbir zaman mutlak bir yargı' veremeyiz ve giderek mutlak cezayı da kabul edemeyiz, ölüm cezasını kabul eden dünyamızda sanatçılar insanın ölümü reddeden yanını tatarlar. Yalnız cellatların düşmanıdırlar, başka hiç kimsenin değil.

 Albert Camus
, Denemeler, Özgürlüğün Tanığı
Önceki devlet gücünün parçalanması ve yerine yeni ve gerçekten demokratik bir devlet gücünün konması Marx'ın Fransada İç Savaş’ın 3. bölümünde ayrıntılı olarak anlatılmaktadır. Bilhassa Almanya’da devlete karşı hurafeci inanç, felsefe sahasından burjuvazinin ve hatta birçok işçinin genel bilincine aktarıldığı için burada devletin bazı yönlerinden bir kere daha kısaca söz etmek gerekti. (Hegel'ci)Felsefi anlamına’ göre devlet, tanrı “fikrinin” veya Krallığının dünya üzerinde “gerçekleşmesidir” ki felsefi terimlerle açıklanacak olursa bu ebedi gerçeğin ve adaletin gerçekleştiği dünyadır. Bunu devlete ve devletle ilgili herşeye karşı hurafeci bir saygı takip eder. İnsanlar çocukluktan beri toplumun tümüne ait mesele ve çıkarların gözetiminde geçmişte örneğini gördükleri yollardan başka yol olmadığını farzetmeye alışmışlardır. Bu yol devlet ve onun yetkili kişilerinde somutlaşmıştır. Bundan ötürü devlete olan saygı insanların zihninde kolayca kökleşir ve irsi monarşiye olan inançlarından kurtulup demokratik cumhuriyete inanmaya başladıkları zaman cesur bir adım attıklarını sanırlar. Esasında devlet, bir sınıfın diğer bir sınıfı ezmesi için bir araçtan başka bir şey değildir. Bu, demokratik cumhuriyette de monarşide olduğu kadar geçerlidir. En iyi şekliyle devlet, sınıf üstünlüğü için verdiği muzaffer savaştan sonra proletaryaya miras kalan bir ŞER'dir. Muzaffer proletaryaya düşen, yeni ve özgür sosyal koşullar içinde yetişen bir neslin, devletin bütün kerestesini ıskartaya çıkartacağı vakte kadar onun en kötü taraflarını Komün’ün yaptığı gibi derhal ve mümkün olduğu mertebe kesip atmaktır.

Son zamanlarda Proletarya Diktatoryası sözünden müthiş ürkülmektedir. Peki baylar, bu Diktatoryanın ne biçim bir şey olduğunu öğrenmek istiyor musunuz? Paris Komün’üne bakınız. Proletarya Diktatoryası oydu.

F.Engels
Duygudaşlığın (symphaty) dooğasını ve gücünü yeniden düşünmeye ve incelemeye başlayabiliriz. Bütün insanların anlama yetileri duyumlarında ve işlemlerinde benzerdir ve bu yetilerden herhangi biri, bütün öteki duygulanımlardan belli bir dereceye kadar duyarlı ve etkili olmadığı herhangi bir duygulanım tarafından etkin hale getirilemez. Eşit ölçüde gerilmiş tellerde birinin deviniminin kendini gerkidekine iletmesi gibi, tüm duygulanımlar da kolayca bir kişiden bir başkasına geçerler ve her insan yaratığında karşılığını bulan devinimler doğururlar. Herhangi bir kişinin sesinde ve tavrında tutkunun etkilerini gördüğüm zaman, anlama yetim doğrudan bu etkilerden nedenlerine geçer ve tutkunun öylesine diri bir düşüncesini oluşturur ki o anda tutkunun kendisine çevrilmiş gibidir. Aynı şekilde herhangi bir duygulanımın nedenlerini algıladığım zaman, anlama yetim etkilere iletilir ve benzer bir duygulanımla eyleme geçirilir.

David Hume
Doğa durumunda insan eğer, söylenildiği gibi, çok özgürse; eğer o kendi kişiliğinin ve sahip olduklarının, elinde bulundurduklarının mutlak hakimi ise, en büyüğe denk ve eşitse ve hiçbir bedene bağlı değilse, özgürlüğünü başkalarıyla niçin paylaşacaktır? Bu imparatorluktan ve başka herhangi bir gücün egemenliğinin ve kontrolünün kendisine bağlı olmasından niçin vazgeçecektir? Bu soruya şu açık yanıt verilebilir ki doğa durumunda böyle bir hakka sahip olmasına karşın, onun bu durumdan yararlanması, keyif ve zevk alması kesin olmadığı gibi belirsizdir de; üstelik bu durum sürekli olarak başkalarının istilasına da açıktır. Onun kendisi için olduğu gibi bütün krallar için de onun eşiti olan her insan ve daha büyük bir kesim eşitliğin ve adaletin sıkı gözeticilerinden yoksunsa, katı deneticiler bulunmuyorsa, o zaman bu doğal durumda onun sahip olduğu mülkiyetten yararlanması ve zevk alması güvensizlik ve tehlike içindedir.

John Locke
Erdemleri ise, öteki sanatlarda olduğu gibi, daha önce etkinlikte bulunarak ediniriz; çünkü öğrenip yapmamız gereken şeyleri biz yapa yapa öğreniriz, örnekle ev yapa yapa mimar, gitar çala çala gitarcı oluyorlar; bunun gibi adalete uygun davrana davrana yiğit insanlar oluruz. Kentlerde olan biten de bunu doğruluyor, yasa koyucular yurttaşları alıştırmakla iyi kılarlar, her yasa koyucunun istediği de budur; bunu iyi beceremeyenler amaçlarına ulaşamaz; iyi yönetimlerin kötü yönetimlerden farkı da işte buradadır. ...

O halde içimizdeki ahlaksal iyi özellikler, ne doğanın bir zorunluluğu ve dayatmasıdır ne de doğaya karşı oluşmuştur, aksine onları kendimize katma yeteneği bizim yapımızda, doğamızda vardır ve ahlaksal özelliklerimi alışkanlık haline getirerek mükemmel duruma yaklaşırız. ...

Kısaca; herkesin aynı eylemi tek tek yapmasından sonuçta pekişmiş bir tavır ortaya çıkar. Anlayacağınız erdemin ne olduğunu öğrenmek için değil, erdemli insanlar olmak için felsefe yapıyoruz. ...

En üstün iyi, kuşkusuz nihai amaçtır. ... Kusursuz olarak tanımladığımız şey, sadece kendisi iin seçilmiş olup başka maksada hizmet etmeyen şeydir. Ama işte, mutluluk, harika bir anlamda böyle iyidir. Çünkü mutluluğu her zaman kendimiz için seçip hiçbir zaman bunun dışındaki bir amacı göz önünde tutmayız. ... Mutluluk, ahlaksal kusursuzlukla birlikte yaşamın bütün gerekliliklerinin yerine gelmiş olmasını da şart koşar. ....

İnsanın ulaşabileceği en yüce değer, ruhun kendi özü olan erdeme uygun davranmasıdır.

Aristoteles
Uygar dediğimiz şu dünyamızdaki akıl almayacak vahşetlere bakın, bütün bunlar insanların ve zihin durumlarının ürünü. Bakın şu şeytansı yıkma araçlarına, bunlar, hepimizin özendiği, kimseye zararı dokunmayan insanlar, aklı başı yerinde, saygıdeğer vatandaşlar tarafından icat edilmiştir.

Sonunda her şey birden patlak verince ve her yer anlatılamayacak derecede bir yıkıntı cehennemine dönünce, kimse sorumluluğu üstüne almak istemeyecek.

Böyle oluyor işte ne yaparsınız, oluyor ama, sebebi kim, insan.
Ama insanlar bir düzen üzere ödevlerini yerine getiren ve vasat bir hayat süren, alçakgönüllü ve önemsiz bilincinden başka bir yanı olmadığına inanılan kimseler olduklarından herhangi bir şey tarafından kontrol edilemeyen müthiş bir kuvvetle yönetildiğini bilmiyor.

Bu korkunç kuvvet, kötü bir şeytanın içine girdiği düşünülen komşu devletten korkmayla en iyi anlatılabilir. Kimse kendinin ne kadar ve nerede şeytanı içinde bulundurduğunu bilmediğinden, herkes, kendi durumunu başkasına yansıtıyor, böylece en büyük topları, en zehirli gazları bulundurmak kutsal bir ödev oluyor. İşin en kötü yanı kişinin bunda kendini haklı görmesidir. Bütün komşularımız, tıpkı bizim gibi kontrol edilmeyen ve edilemeyen korkuyla yönetilmekte. Hastaların korku çektiklerinde öfke ve nefret duydukları zamandan daha tehlikeli oldukları akıl hastanelerinde çok iyi bilinir.

Carl Gustav Jung
Bir zamanlar diyordum ki: Bu Arnavut’tur, bu Bulgar’dır ve bu Yunanlıdır. Ben vatan için öyle şeyler yaptım ki patron, tüylerin ürperir; adam kestim, çaldım, köyler yaktım, kadınların ırzına geçtim, evler yağma ettim… Neden? Çünkü bunlar Bulgar’mış, ya da bilmem ne…

Şimdi kendi kendime sık sık şöyle diyorum: Hay kahrolasıca pis herif; hay yok olası aptal! Ve kendimi böyle azarlıyorum. Yani akıllandım, artık insanlara bakıp şöyle demekteyim: Bu iyi adamdır, şu kötü. İster Bulgar olsun, ister Rum! Hepsi benim için; şimdi iyi mi, kötü mü, yalnız ona bakıyorum.

Ve yediğim ekmek üzerine yemin ederim ki, ihtiyarladıkça da, buna bile bakmamağa başladım gibime geliyor. Ulan, ister iyi, ister kötü olsun be! Hepsine acıyorum işte… Boş versem bile, bir insan gördüm mü içim cız ediyor. Nah diyorum, bu fakir de yiyor, içiyor, seviyor, korkuyor, onun da Tanrı’sı ve zıt Tanrı’sı var, o da kıkırdayacak ve dümdüz toprağa uzanacak, onu da kurtlar yiyecek… Hey zavallı hey! Hepimiz kardeşiz be… Hepimiz kurtların yiyeceği etiz.

Nikos Kazancakis, Zorba

20 Ocak 2013 Pazar

Kopacaksın adsız ve ruhsuz kalabalıktan. Ufuksuz iştahlarıyla yavan ve kendini beğenmiş insanlardan uzaklaş. Yalnızlık mana dünyası fatihlerinin ortak kaderi. Başkaları ne düşünür aldırma. Tanrı ne düşünüyor ona bak...

Cemil Meriç

19 Ocak 2013 Cumartesi

Olumsuz duyguları ifade etmemek, onları yok etmez. Sadece içinizde hapseder. Hapsedilen duygular ise bedeni hasta eder ve ruhu yaralar.

Neale Donald Walsch
Baba cenaze töreninden döndü.

Yedi yaşındaki oğlan penceredeydi, gözlerini kocaman açmıştı ve boynunda altın bir nazarlık vardı, aklının eremediği şeylerle meşguldü zihni.

Babası onu kollarına aldığında sordu çocuk: “Anne nerede?”

“Cennette” dedi babası, göğü göstererek.

Gece olduğunda baba yatağında döneniyordu, keder içinde kıvranarak.

Lambanın solgun ışığı aydınlık veriyordu odaya kapının dibinden, duvarda bir kertenkele pervane böceklerini kovalıyordu.

Çocuk uykusundan uyandı, elleriyle yoklayınca bir boşluk hissetti yatağında; kalktı, evin damına çıktı.

Başını göğe kaldırdı ve ses çıkarmadan uzun uzun seyretti. Şaşkın zihninden tek bir soru yöneliyordu gece göğüne: “Cennet nerededir?”

Yanıt gelmiyordu. Yıldızlar sanki kıvılcımdan gözyaşlarıydı bihaber karanlığın.

Rabindranath Tagore

18 Ocak 2013 Cuma

Sonuna kadar gitmedikçe bir şey elde edilemez,
ama sonuna kadar mantıklı olmak gerekiyor.

Albert Camus, Oyun (Caligula)
Yürüyüp geçeceksin, hep yürüyüp geçeceksin. Ben öyle yaptım. Hep yürüdüm. Herkesin her şeyi anlamasını bekleyemezsin. Sen yürüyüp gideceksin. Anlayan anlayacak, anlamayan anlamayacak; dünyanın hepsine yetişemezsin ki! Bilirsin ben iyi yürürüm.

Murathan Mungan

17 Ocak 2013 Perşembe

İnsanların yaşadığı en derin kişisel yenilgi, olabileceği kişiyle olduğu kişi arasındaki farktan kaynaklanır.

Ashley Montague

15 Ocak 2013 Salı

Gözlerini saate diktiğinde, saniye çubuğunu değil de akreple yelkovanın ilerleyişini izliyorsan hayallerin boka batmış demektir. Bu da aslında göründüğü kadar kötü bir şey değildir. Bu dünyadan olmak için salak gibi görünmeyi bırakıp oyalanacak bir şeyler aramalıydın. Oyala beni dünya demeliydin. Televizyonla oyala, internetle oyala, esrarla oyala, edebiyatla oyala. Alkolle, pornoyla ve nescafeyle oyala. Oyalarken bana dokunduğunu hissedeyim, sırtımı sıvazla, saçlarımı okşa. Oyala bizi dünya, hüznümüzü ve sefilliğimizi unuttur.

Emrah Serbes, Afili Parçalar
Yapıp ettiğimiz her şeyde, neredeyse her şeyden önce başkalarının görüşü gözetilir ve daha yakından baktığımızda, yaşadığımız tüm kaygıların ve korkuların bu görüş hakkındaki endişemizden kaynaklandığını görürüz. Çünkü, bizim hastalıklı bir hassaslıkta olduğu için sık sık hastalanan tüm özgüvenimizin, tüm kibirliliğimizin ve iddialarımızın ve aynı zamanda tüm gösterişimizin ve böbürlenmemizin temelinde başkalarının görüşü yatmaktadır. Lüks, bu endişe ve düşkünlük olmadan, olduğu şeyin onda biri bile olamazdı.

Arthur Schopenhauer

14 Ocak 2013 Pazartesi

‎Öleceğim, dedi, bu içler acısı delilik sebebim olacak. Evet, evet, beni bu korku öldürecek, başka bir şey değil. Gelecekteki olaylardan korkuyorum, hayır, olayların kendilerinden değil, sonuçlarından korkuyorum. Allak bullak olmuş ruhum üzerinde etkide bulunabilecek en önemsiz bir olayın düşüncesi bile beni tir tir titretiyor. Beni asıl korkutan, tehlikenin kendisinden çok doğuracağı sonuç: yani, dehşet. İçine yuvarlandığım bu acınası, perişan durumda, adına korku denen o acımasız hayaletle giriştiğim mücadelede hayata ve akla veda edeceğim günün er geç geleceğini biliyorum.

Edgar Allen Poe, Usherlar'ın Çöküşü

Seine Nehrinin Gizemli Kadını



20.yy’ın ilk döneminde, genç bir kadının ölümünden sonra yapılmış olan maskesi, Avrupa’da kapış kapış satılmaktaydı. “Inconnue de la Seine/Seine nehrinin gizemli kadını” olarak bilinen kadına ait olan ve garip bir şekilde gülümsediği betimlenen bu maskenin gösterdiği yüz, zamanın birçok edebiyat çalışmasına, yazarlara esin kaynağı olmuştu. 1920’li ve 1930’lu yıllarda, bu maskeye ve yüzüne gönderme yapan birçok ünlü yazar bulunuyordu.

Kadının bedeni, 1880’li yılların sonunda, Seine nehrinde, Louvre’a yakın köprülerin birinin altından çıkarılmıştı. Tecavüz belirtisi yoktu. İntihar ettiği kanısına varıldı. Saç biçiminden, Paris’in köylerinden olduğu düşünülmüştü. Belki yakındaki dükkanlarda çalışan biri, belki bir dilenciydi. Cesedi Paris morguna kaldırdılar. Kimlik teşhisi için, bugün Notre Dame’ın arka tarafına düşen morgda, belki birileri tanır diye halka teşhir ettiler. Kimse tanımadı.

Kadının ölü yüzü o kadar çekici gülümsüyordu ki, bir tıp öğrencisi yüzünün kalıbını çıkardı ve kadının maskesi yoğun bir talep ile karşılaştı.

Paris’te, Seine nehrinden ölülerin çıkarılması, şehrin günlük hayatında her zaman alışıldık bir yer kaplamış. Son bir yıl içerisinde nehirden 50 civarında ceset çıkarılmış, 146 kişi sağ salim kurtarılmış, 90 kişi intihara yeltenmiş, yaklaşık 70’i kurtarılmış. Nehir, insanları kendine çekiyor, Jeff Buckley’i de gecenin karanlığında Wholla Lotta Love eşliğinde çağıran, bir nehirdi.

Sanat ve Seine nehrinin güzeli

Edebiyat, 16 yaşında öldüğü düşünülen bu kadına yoğun ilgi gösterdi. Albert Camus, Seine nehrinin gizemli kadının gizemli gülüşünü Mona Lisa ile karşılaştırdı. Gizemli gülüş önce Fransız burjuvazisine, oradan Almanya’ya yayıldı, oturma odalarında, çalışma odalarında süs eşyası oldu.

Rainer Maria Rilke, Alman şair, heykeltraş Auguste Rodin’in özel sekreteri olarak çalışırken, heykeltraşın kalıp dükkanında maskeyi gördü. Yıl 1905’di ve şair kendi kendine mırıldandı: “Yalancı bir gülüşle, sanki biliyormuş gibi gülümseyen, morgda bir kenara atılmış güzel, genç bir kadının yüzü.” Daha sonra, Rainer Maria Rilke, Paris yıllarında yayınladığı tek romanı Die Aufzeichnungen des Malte Laurids Brigge/Malte Brigge’nin Notları’nda, ziyarete gittiği bir evin duvarındaki maskeden bahsederken, kendini suya bırakan bir güzelin yüzünden yapıldığını ve maskenin, her şeyin farkında gibi gülümsediğinden bahseder.

Seine nehrinin isimsiz kadınının edebi metinlerde ilk kez görülmesi, 1900 yılında İngiliz yazar Richard Le Gallienne’in The Worshipper Of The Image / Surete Tapan isimli novella’sında gerçekleşiyor. Bir şair, bir kadın maskesiyle birlikte kendini ormanda bir kulübeye kapar. Maskeyi yapan kişi Seine nehrine kendini atan genç kadına aşık olmuş kişidir aynı zamanda. Şairin tüm hayali maskenin dile gelmesidir. Olaylar -biraz korkunç biçimde- gelişir.

1934 yılında, Vladimir Nabokov, maskenin gizemli cazibesine kapılıp Almanca bir şiir yazmıştır: L’Inconnue de la Seine. Albert Camus, Seine nehrinin gizemli kadını için “Boğulmuş Mona Lisa gülüşü” diye yazmıştır. Clair Goll, “The Unknown Of The Seine/Seine Nehrinin Bilinmezi”nde, Paris sokaklarını arşınlayan bir resamın, Norte Dame yakınında bir dükkanda, ölü bir kadın maskesinin görünce, kalp krizi geçirip hayatını kaybetmesini anlatır. Maskede gördüğü yüz, uzun zamandır görmediği ve kayıp olan kendi kızıdır.

Maurice Blanchot, Seine nehrinin gizemli kadınının maskesindeki ifadesi için, “Rahatlamış bir gülümseme, o kadar dingin ki, bizleri kadının en mutlu anında öldüğüne inandırabilir” diye yazmıştır.

Louis-Ferdinand Céline, bir yayın için kendisinin fotoğrafını göndermesi istendiğinde, kendisi yerine, nehrin kadınının fotoğrafını çekip göndermişti. Bu tavrıyla, gizemli kadına selam duran büyük yazara ek olarak, heykeltıraş Giacometti de, yapıtlarının gizemli kadınla ilgili olduğunu belirtiyordu.

Sürrealistler de maskeye yakın ilgi gösterdiler. Man Ray, maskenin çeşitli fotoğrafarını çekti ve Louis Aragon’a, kitabı Aurelia’da kullanması için verdi. Aragon daha sonra, düşsel bir geziyi anlatan kitabı için, Seine nehrinin gizemli kadınıyla siyah beyaz bir oyun oynayan Man Ray’ın kitabı gerçekten “yazan” kişi olduğunu belirtmişti.

Modern zamanlarda, hala çeşitli sergiler, reklam çalışmaları ve sanat yapıtlarıyla ilgi görmekte olan nehrin bu gizemli kadını, insanlığın kendi düşlerinin küçük bir yansıması olarak gülümsemeye devam ediyor.

Kaynakça

L’Inconnue de la Seine – Anja Zeidler
Ophelia of the Seine – Angelique Chrisafis

13 Ocak 2013 Pazar

Kızılderili kabile reisine bütün beyazlara neden deli gözüyle baktığını sordum. Kafalarıyla düşündüklerini söylüyorlar! diye yanıtladı. Tabi ki öyle yapacaklar dedim şaşırarak. Siz neyle düşünürsünüz? Kalbini göstererek, burasıyla! dedi. Uzun bir süre susup düşündüm. Hayatımda ilk defa biri bana gerçek beyaz adamın resmini çizmişti.

Carl Gustav Jung
(...) ve kendine şunu soruyorsun: Nerede hayallerin? Ve başını sallayıp şöyle diyorsun: Yıllar ne çabuk geçiyor! Ve yine soruyorsun kendine: Ne yaptın bunca yılı? En iyi zamanlarını nereye sakladın? Yaşadın mı yaşamadın mı? Baksana diyorsun kendine, baksana, yeryüzü nasıl soğuyor. Daha yıllar geçecek ve peşinden kasvetli yalnızlık gelecek, peşinden de sıkıntı ve bunaltı. Fantastik dünyan ağaracak, donacak, hayallerin kaybolacak, ağaçlardan düşen sarı yapraklar gibi dökülecek. Ah, Nastenka! Sonuçta hüzünle yalnız kalır insan, tam anlamıyla yalnız, hatta yazıklanacak bir şey bile olmaz, hiç, tam olarak hiç. Çünkü kaybolup giden her şey, her şey hiçtir, aptalca, yuvarlak bir sıfır, yalnızca hayaldir!

Dostoyevski, Beyaz Geceler
Şu anda cebimde on beş altınım var. Bu işe on beş guldenle başladığım günler oldu! Dikkatli oynarsam... Ah, hâlâ akıllanamadım! Küçük bir çocuk gibiyim! Nasıl oluyor da yıkılmış bir insan olduğumu anlayamıyorum! Peki ama neden eski kişiliğimi bulamıyorum? Evet! Her şey bir kerecik dikkatli, temkinli oynamama bağlı! Sadece bir kere kişiliğimi bulabilirsem, bir saat içinde tüm yaşantımı değiştirebilirim. Önemli olan kişilik. Ruletenburg'da, talihe yenildiğim son dakikada olanları hatırlasam yeter. Ah, ne kararlı bir tutumdu o! Bütün paramı vermiştim, hepsini...

Fyodor Mihayloviç Dostoyevski, Kumarbaz
Biliyorsunuz. Bir adam her zaman gövdesinin gereksinimleriyle ruhunun istekleri arasında sağlayabildiği dengeyle değerlendirilir.
Siz...
siz kendinizi kötü değerlendirmektesiniz, Mersault.
Kötü yaşamaktasınız.
Barbarca.


Albert Camus, Mutlu Ölüm

12 Ocak 2013 Cumartesi

Bana hayır diyenlere şükran duyuyorum, hayatta kendim için ne başardıysam onlar sayesinde başardım.
İnsan yalnızca farkına vardığı şeylerden sorumlu olsaydı, alıklar her türlü hatadan peşin peşin arınmış olurlardı. Ancak azizim, insan bilmekle yükümlüdür. İnsan bilgisizliğinden sorumludur. Bilgisizlik bir hatadır.

Milan Kundera

11 Ocak 2013 Cuma

Bağışlama olmasa, yaşama bitmek bilmez bir kin ve intikam döngüsü hükmeder.

Roberto Assagioli

10 Ocak 2013 Perşembe

Sevgi dolu ilişki, zamanın uzunluğuyla değil, gösterilen özenin niteliğiyle tanımlanır. En iyi yanı da, karşılıklı olarak sağlıklı biçimde fikir, duygu ve deneyim alışverişi sağlamasıdır.

Leo Buscaglia

Bir an için dalıp gitmişim, kendime geldim.

Ama kaldır gözlerini, bileyim, bakışlarında eski günlerden gölgeler kaldı mı, ufuktaki donuk bir bulut gibi, elinden elinden tüm yağmuru alınmış.

Bir an için sabret, dalıp gitmişsem.

Güller dalında gonca henüz; daha öğrenmediler ki biz bu yaz hep ihmal ediyoruz çiçek toplamayı.

Sabah yıldızı ürperten bir sükût ile sabit, ve erken saatlerdeki gün ışığı, pencereni taçlandıran sarmaşığın yüzeylerinde tutunmuş, tıpkı eski günlerdeki gibi.

O günler geride kaldı, dalıp gitmişim bir an.

Hatırlamıyorum, yüreğimi apaçık ettiğim bir an sen başka tarafa bakarak beni utandırmış mıydın hiç.

Bir tek, titreyen dudağında sürgün edilmiş sözcükleri hatırlıyorum; kara gözlerinde, gün batarken yuvasını arayan bir kuşun kanatları gibi, kayıp geçen gölgelerini hatırlıyorum tutkunun.

Unutmuşum senin hatırlamadığını... Şimdi kendime geliyorum.

Rabindranath Tagore
Başkaları için duyduğumuz korku, kendimiz için duyduğumuzdan ancak nüansla üstün bir duygudur. Kaldı ki bu duygu, çoğu hallerde, sevilene sahip ve egemen olma isteğini gizlemek için bir bahanedir. Sevilenin korkularını uyandırmaktan beklenen şey, ona daha fazla egemen olmaktır. Erkeklerin ürkek kadınlardan hoşlanma nedenlerinden biri de budur; çünkü korunan kimseye egemen olunur.

Bertrand Russell

Azıtmışçasına yırtıp yolup parça parça ediyorlar, dua edilen çağlarda dünyanın en parlak ümidinin hoşgelişi adına dokunmuş olan halıyı.

Aşk için yapılan büyük hazırlıklar bir paçavra yığını halinde duruyor ve divane olmuş kalabalığa Tanrılarının gelecek olduğunu hatırlatan bir şey kalmamış harap olmuş mihrapta. Öyle görünüyor ki, tutkunun bir öfkeli taşkınlığıyla ateşlere verip kora kömüre döndürmüşler kendi geleceklerini ve de onunla beraber kendi çiçek açma mevsimlerini.

Havada kaba bir haykırış var, kulak tırmalıyor: "Zafer gaddar olanın!" Çocuklar ihtiyarlamış ve bezgin görünüyorlar; kendi aralarında fısıldadıkları, zamanın olduğu yerde dönüp durduğu ama asla ilerlemediği; tek bildiğimiz koşmak ve koşmaktır diyorlar, ama erişeceğimiz bir şey yok; yaratışın, kör bir adamın el yordamıyla yoklamaları gibi bir şey olduğuna inanıyorlar.

Kendi kendime konuştum: "Bırak şarkını mırıldanmayı. Şarkı, gelecek olan içindir; sonu gelmeksizin mücadele vermekse olan şeyler için."

Rabindranath Tagore

9 Ocak 2013 Çarşamba


Doğa bir ana gibi davranmış bize: İstemiş ki ihtiyaçlarımızı gidermek zevkli bir iş de olsun üstelik: Aklımızın istediği şey, iştahımızın da aradığı şey olsun: Onun kurallarını bozmaya hakkımız yok. Caesar'ın ve İskender'in, en büyük işleri başarırken, doğal ve bundan ötürü gerekli ve akla uygun zevkleri bol bol tattıklarını görünce, buna ruhu gevşemek demem; tersine, o zor işleri ve yorucu düşünceleri dinç bir yürekle günlük hayatın bir parçası haline sokmak, ruhu sağlamlaştırmaktır derim. Zevklerin gündelik
zaferlerini olağanüstü iş saymışlarsa bilge adamlarmış. 
Biz pek şaşkın varlıklarız: Filanca hayatını işsiz güçsüz geçirdi, deriz; bugün hiçbir şey yapmadım, deriz -Bir şey yapmadım ne demek? Yaşadınız ya! Bu sizin yalnız başlıca işiniz değil, en parlak, en onurlu işinizdir: Bana büyük işler çevirmek olanağını verselerdi, neler yapmaya gücüm olduğunu gösterirdim, deriz. Önce siz kendi hayatınızı düşünmeyi, çevirmeyi bildiniz mi?
Bildinizse bütün işlerin en büyüğünü görmek için büyük fırsatlara ihtiyaç yoktur hangi mevkide olursa olsun, perde arkasında da, perde önünde de insan kendini gösterir. Bizim işimiz kitap doldurmak değil, ahlakımızı yapmaktır; savaşmak ülke kazanmak değil, yaşayışımıza dirlik düzenlik getirmektir; En büyük en onurlu eserimiz doğru dürüst yaşamaktır. Geri kalan her şey, başa geçmek, para yapmak, binalar kurmak, nihayet ufak tefek eklentiler, yollardır. 
Bir komutanın, az sonra hücum edecek olduğu bir kalenin eteğinde dostlarıyla tümüyle serbest ve rahatça, kaygısızca sohbete dalması, Brutus'un herkesin kendisine ve Roma'nın özgürlüğüne karşı pusu kurduğu bir sırada gece dolaşmalarından birkaç saat çalarak tam bir sessizlik içinde Polybius'u okuyup notlar yazması ne güzel bir şey! Düşündükçe içim açılır. Ancak küçük ruhlar işlerin ağırlığı altında ezilir; onlardan sıyrılmayı, bir yerde durup yeniden başlamayı bilmezler.

Montaigne

8 Ocak 2013 Salı

‎Beni sevenler olduğunu öğrendim. Öylesine sevilmek her şeyi değiştiriyor. Uçurumdan düşmenin dehşetini azaltmıyor; ama o dehşete yepyeni bir anlam boyutu getiriyor. Uçurumdan atlamıştım ve son anda bir şey uzandı, beni havada yakaladı. O bir şeyin adına sevgi diyorum. İnsanı düşmekten alıkoyacak tek şey, yer çekimi yasalarını yok edecek kadar güçlü tek şey sevgidir.

Paul Auster, Mücadele

7 Ocak 2013 Pazartesi

Kimin doğru olduğunu tartışmayın, neyin doğru olduğuna karar verin.

Konfüçyüs, Düşünceler

6 Ocak 2013 Pazar


Yirmi-yirmi beş yaşlarında olduğu gibi, tırnaklarımı yiyerek, insanlardan ürkerek, ışıktan ve doğadan tiksinerek, çocukça ama kahredici korku nöbetleriyle sarsılarak saatler geçiriyorum. Bu fırtınalı denizin ötesinde nasıl bir dünya var bilmiyorum, ama her okyanusun, uzak da olsa, bir başka kıyısı vardır. Ben de o kıyıya ulaşacağıma inanıyorum. Bütün bunlara ikinci kez daha katlanmak zorunda olmak hayattan bıktırıyor beni.

Cesare Pavese, Yaşama Uğraşı


Bir otelde özel bir oda, alabildiğine insancıl geliyor kulağa, değil mi? Ama biz "önemli kişiler"i yirmişer yirmişer buz gibi bir barakaya tıkmayıp da oldukça iyi ısıtılmış, ayrı bir otel odasında barındırmaktaki amaçları, kesinlikle insancıl değil, tersine kurnaz bir yöntem uygulamaktı, buna inanabilirsiniz; çünkü ağzımızdan gerekli "kanıt"ı almalarını sağlayacak baskı, kaba dayaktan ya da bedensel işkenceden daha incelikle uygulanmalıydı: akla gelebilecek en zekice soyutlama yoluyla.

Bize hiçbir şey yapmadılar, bizi tümüyle hiçliğin içine yerleştirdiler; çünkü bilindiği gibi yeryüzünde hiçbir şey insan ruhuna hiçlik kadar baskı yapmaz. Her birimizi tam bir boşluğa, dış dünyaya sıkı sıkıya kapalı bir odaya hapsetmekle, eninde sonunda dilimizi çözecek olan baskı, dayak ve soğuk yoluyla dışarıdan değil içeriden yaratılacaktı.

Bana ayrılmış oda ilk başta hiç rahatsız etmedi beni. Bir kapı, bir yatak, bir koltuk, bir leğen, bir parmaklıklı pencere vardı odada; ama kapı gece gündüz kilitliydi, masada hiçbir kitap, gazete, kağıt, kalem durmasına izin yoktu, pencere bir yangın duvarına bakıyordu; bütün çevreme ve hatta kendi bedenime bile tümüyle hiçlik egemendi. Elimden her nesneyi almışlardı, zamanı bilmeyeyim diye saati, yazı yazmayayayım diye kalemi, bileklerimi kesemeyeyim diye bıçağı; sigara gibi en ufak bir sakinleştirici bile benden esirgendi. Tek bir söz söylemesine ve tek bir soruyu yanıtlamasına izin verilmeyen gardiyandan başka bir insan yüzü görmedim, bir insan sesi duymadım; göz, kulak, bütün duyular sabahtan geceye, geceden sabaha kadar en ufak bir besin almıyordu, insan kendi kendisiyle, kendi bedeniyle ve masa, yatak, pencere, leğen gibi dört beş dilsiz nesneyle çaresizlik içinde tek başına kalıyordu; suskunluğun siyah okyanusundaki cam fanuslu bir dalgıç gibi yaşıyordu insan, kendisini dış dünyaya bağlayan halatın kopmuş olduğunu ve o sessiz derinlikten hiçbir zaman yukarı çekilmeyeceğini ayrımsayan bir dalgıç gibi hatta.

Yapacak, duyacak, görecek hiçbir şey yoktu,
her yerde ve sürekli hiçlikle çevriliydi insan,
boyuttan ve zamandan tümüyle yoksun boşlukla.
Bir aşağı bir yukarı yürürdü insan,
düşünceleri de onunla birlikte bir aşağı bir yukarı,
bir aşağı bir yukarı yürüyüp dururdu;
ama ne kadar soyut görünürlerse görünsünler,
düşünceler de bir dayanak noktasına gereksinim duyarlar,
yoksa kendi çevrelerinde anlamsızca dönmeye başlarlar;
onlar da hiçliğe katlanamaz.

İnsan sabahtan akşama kadar bir şey olmasını bekler
ve hiçbir şey olmaz.
Bekleyip durur insan.
Hiçbir şey olmaz.
İnsan bekler,
bekler,
bekler...
şakakları zonklayana dek düşünür,
düşünür,
düşünür...
Hiçbir şey olmaz.
İnsan yalnız kalır.
Yalnız..
Yalnız...

Stefan Zweig, Satranç

5 Ocak 2013 Cumartesi

Aşık olmayı denedim, hemde bir kez değil iki kez. İnanın bana korkunç acılar çektim. Ruhumun derinliklerinde, çektiğim acı ile alay eden bir ses işittiğim halde acı çekmeye devam eder, üstelik deli dolu aşıkmışım gibi kıskançlık krizleri geçirirdim. Bunların hepsinin sebebi can sıkıntısıydı baylar , emin olun can sıkıntısı…

Dostoyevski, Yeraltından Notlar

4 Ocak 2013 Cuma


Filozof Isaiah Berlin bir seferinde akademisyenler ile yorumcuların sorununun, düşüncelerin doğru olmalarından ziyade ilginç olmalarına düşkünlüklerinden kaynaklandığını söylemişti. Politikacılar, profesyonel düşünürler kadar düşüncelerle yaşarlar ama düşüncelere sadece ilginç oldukları için kapılma lüksünü göze alamazlar. Doğru olan az sayıda düşünce üzerinde, hatta gerçek hayata uygulanabilir nitelikteki daha da az sayıda düşünce üzerinde çalışmak zorundadırlar. Akademik yaşamda, yanlış fikirler sadece yanlıştırlar ve yararsız olanlarıyla oynaşmak eğlencelidir. Siyasi yaşamda, yanlış fikirler milyonlarca hayatı mahvedebilir ve yararsız olanlar çok değerli kaynakları tüketir. Bir entelektüelin düşüncelerine ilişkin sorumluluğu, sonuçları onları nereye götürüyorsa gitmektir. Bir politikacının sorumluluğu ise, bu sonuçlara hükmetmek ve onların zarar vermesini önlemektir.

─ 
Michael Ignatieff

1 Ocak 2013 Salı

İnsan mutsuzken dikkati hep kendine döner. Kendini çok ciddiye alır. Mutlular, yani kendilerini gerçekten severlerse, pek düşünmezler kendilerini. Mutsuzu neşelendirmeye çalıştığında, istemez, karşı çıkar. Çünkü dikkatini kendinden ayırıp evrene yöneltmek zorunda kalacaktır.

Tom Robbins, Parfümün Dansı
Yaşar gibi yapmaktan, özlemez gibi yapmaktan, iyiymiş gibi yapmaktan, nefes alıp onu içimde tutmaktan, o nefeste boğulmaktan sıkıldım. Ki nefessizlikten değil nefesten boğulmaktır marifetimiz.

Oğuz Atay, Tutunamayanlar
Her gün, ilham gelsin veya gelmesin yirmi satır yazınız.

Stendhal

Öyleyse soruyorum, kendisinden nefret eden adam başkasını sevebilir mi? Kendisiyle anlaşamayan kişi başkasıyla anlaşabilir mi? Kendisinden bile bıkmış usanmış kişi başkasına keyif verebilir mi? Bana göre, insan delilikten daha deli değilse bu sorular karşısında sadece susar…

Erasmus, Deliliğe Övgü

Başka insanların düşüncelerine bağımlısın. Başka insanların fikirlerine o kadar bağımlısın ki, kendi iç sesinle bağlantını bile kaybettin. İç sesini yeni baştan keşfetmen gerekiyor çünkü güzel olan her şey, iyi olan, kutsal olan her şey ancak içsel olarak hissedilebilir.

Osho
Çoğumuz ikinci el insanlar haline geldik. Okuyoruz, üniversiteye gidiyoruz, büyük oranda bilgi biriktiriyoruz. Bu bilgiler başka insanların düşündüklerinden ve söylediklerinden oluşuyor. Topladığımız bilgileri başkalarının söyledikleriyle kıyaslıyoruz. Orijinal hiçbir şey yok. Yalnızca tekrar ediyoruz, tekrar ediyoruz, tekrar ediyoruz. Ve biri bize, "düşünce nedir, düşünmek nedir?" diye sorduğunda yanıt veremiyoruz.

Jiddu Krishnamurti
Uğradığı felaketler yüzünden başkalarını suçlamak cahillere özgü bir tavırdır. Yalnız kendini mesul tutmak, işte bu gözü açılmak üzere olan kişinin tavrıdır. Kendini ve başkalarını itham etmemek ise uyanık kimselerin tavrıdır.

Epiktetos, Düşünceler ve Sohbetler

Sosyolojik düşünmek ayrıca doğrudan deneyimimizle erişemediğimiz ve hepsi de sağduyusal bilgiye yalnızca basmakalıp şeyler bizden farklı insanların (uzak insanların ya da hoşlanmadığımız ya da kuşku duyduğumuz için uzak tuttuğumuz insanların) hayatlarını yaşama biçimlerinin tek yanlı, taraflı karikatürleri- olarak giren başka hayat tarzlarını anlamamıza da yardımcı olabilir. Bizimkinden farklı hayat tarzlarının iç mantığına ve anlamına inen bir kavrayış pekala bizimle ötekiler, "biz" ve "onlar" arasına çekilmiş sınırların sözde aşılmazlığı üzerine yeniden düşünmemize neden olabilir. Her şeyden önce sınırın doğal, kaderimiz olarak önceden çizilmiş niteliğinden kuşku duymamızı sağlayabilir. Bu yeni anlayış belki "öteki" ile iletişimimizi öncekinden daha kolay hale getirecek ve çok büyük bir ihtimalle karşılıklı anlaşmaya yol açacaktır. Bu anlayış korku ve zıtlaşmanın yerine hoşgörü koyabilecektir. Yine bu anlayış özgürlüğümüze de katkıda bulunacaktır; çünkü özgürlüğümün başka herkesin özgürlüğünden daha güçlü olduğunun garantisi yoktur ve bu da o insanların özgürlüklerini benimkinden farklı bir hayat yaşamakta kullanmayı tercih etmiş olabilecekleri anlamına gelir. Seçme özgürlüğümüz ancak bu koşullarda hayata geçirilebilir.

Zygmunt Bauman, Sosyolojik Düşünmek