6 Ocak 2013 Pazar


Bir otelde özel bir oda, alabildiğine insancıl geliyor kulağa, değil mi? Ama biz "önemli kişiler"i yirmişer yirmişer buz gibi bir barakaya tıkmayıp da oldukça iyi ısıtılmış, ayrı bir otel odasında barındırmaktaki amaçları, kesinlikle insancıl değil, tersine kurnaz bir yöntem uygulamaktı, buna inanabilirsiniz; çünkü ağzımızdan gerekli "kanıt"ı almalarını sağlayacak baskı, kaba dayaktan ya da bedensel işkenceden daha incelikle uygulanmalıydı: akla gelebilecek en zekice soyutlama yoluyla.

Bize hiçbir şey yapmadılar, bizi tümüyle hiçliğin içine yerleştirdiler; çünkü bilindiği gibi yeryüzünde hiçbir şey insan ruhuna hiçlik kadar baskı yapmaz. Her birimizi tam bir boşluğa, dış dünyaya sıkı sıkıya kapalı bir odaya hapsetmekle, eninde sonunda dilimizi çözecek olan baskı, dayak ve soğuk yoluyla dışarıdan değil içeriden yaratılacaktı.

Bana ayrılmış oda ilk başta hiç rahatsız etmedi beni. Bir kapı, bir yatak, bir koltuk, bir leğen, bir parmaklıklı pencere vardı odada; ama kapı gece gündüz kilitliydi, masada hiçbir kitap, gazete, kağıt, kalem durmasına izin yoktu, pencere bir yangın duvarına bakıyordu; bütün çevreme ve hatta kendi bedenime bile tümüyle hiçlik egemendi. Elimden her nesneyi almışlardı, zamanı bilmeyeyim diye saati, yazı yazmayayayım diye kalemi, bileklerimi kesemeyeyim diye bıçağı; sigara gibi en ufak bir sakinleştirici bile benden esirgendi. Tek bir söz söylemesine ve tek bir soruyu yanıtlamasına izin verilmeyen gardiyandan başka bir insan yüzü görmedim, bir insan sesi duymadım; göz, kulak, bütün duyular sabahtan geceye, geceden sabaha kadar en ufak bir besin almıyordu, insan kendi kendisiyle, kendi bedeniyle ve masa, yatak, pencere, leğen gibi dört beş dilsiz nesneyle çaresizlik içinde tek başına kalıyordu; suskunluğun siyah okyanusundaki cam fanuslu bir dalgıç gibi yaşıyordu insan, kendisini dış dünyaya bağlayan halatın kopmuş olduğunu ve o sessiz derinlikten hiçbir zaman yukarı çekilmeyeceğini ayrımsayan bir dalgıç gibi hatta.

Yapacak, duyacak, görecek hiçbir şey yoktu,
her yerde ve sürekli hiçlikle çevriliydi insan,
boyuttan ve zamandan tümüyle yoksun boşlukla.
Bir aşağı bir yukarı yürürdü insan,
düşünceleri de onunla birlikte bir aşağı bir yukarı,
bir aşağı bir yukarı yürüyüp dururdu;
ama ne kadar soyut görünürlerse görünsünler,
düşünceler de bir dayanak noktasına gereksinim duyarlar,
yoksa kendi çevrelerinde anlamsızca dönmeye başlarlar;
onlar da hiçliğe katlanamaz.

İnsan sabahtan akşama kadar bir şey olmasını bekler
ve hiçbir şey olmaz.
Bekleyip durur insan.
Hiçbir şey olmaz.
İnsan bekler,
bekler,
bekler...
şakakları zonklayana dek düşünür,
düşünür,
düşünür...
Hiçbir şey olmaz.
İnsan yalnız kalır.
Yalnız..
Yalnız...

Stefan Zweig, Satranç

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder