22 Kasım 2017 Çarşamba

Ev Yemeği

Bir keresinde annem ile erkek arkadaşı için yemek pişirmek istediğimi söyledim. "Mümkün değil", dedi o. "Yemek pişirme yeteneği irsidir." Annem güldü, ağzındakini püskürtecekti az kalsın. Değil yemek pişirmek, donmuş yemekleri bile zar zor çözdüğünü herkes bilirdi. "Sen ona kulak asma, bebeğim. Bizim için yemek pişirmeni çok isteriz." "Kendi adına konuş", dedi o. "Ben hayatımdan endişe ediyorum." Haftada en az bir kez en yakın arkadaşımın evinde akşam yemeği yerdim. Sadece o ve annesi olurdu; babası başka şehirde yaşıyordu. Annesi çok tatlı bir kadındı, bana sadece adıyla hitap etmemi söylemişti. Onunla yemek pişirmeme izin verirdi. Bana omlet çevirmeyi öğretti. Ekmeği yakmadan içindeki peynirin tamamen eridiği peynirli tost yapmayı öğretti.
Ve asla buzluktan bir şey alıp çözmezdi. Kullandığı bütün malzemeler tazeydi. Beraber köfte yaptık. Soğan ve sarımsak doğradık. Bana, "Mutfağa doğal bir yatkınlığın var", dedi ve ben, "Sahi mi?" dedim ve, "Müstakbel bir aşçıya yemek pişiriyorum", dedi. Kıymayı küçük topaklar haline getirip fırına koyduk. Şarap içerdi, karton kutudan değil ama, şişeden, kırmızı şarap. "Bunu anneme pişirebilir miyim sence?" "Parmaklarını yer." "Sahi mi?" "Kesinlikle." Köfteler hazır olduğunda ben, arkadaşım ve annesi oturup büyük bir iştahla yemeye başladık. "Çok lezzetliler, değil mi" diye sordu annesi. "Ben bayıldım", dedim, ona gülümseyerek. "Fena değiller", dedi arkadaşım, başını tabağından kaldırmadan. Anneme alışveriş listesini verdim ve bana gereken bütün malzemeleri satın aldı. Sarımsağı doğrarken beni seyrediyorlardı. "Şuna bak", dedi erkek arkadaşı, "yemeğe taşaklarını katıyor." "Buzluktan bir şeyler çözmek yok", dedim. "Kimin oğlusun sen?" dedi annem, romatizmalı bileklerini ovuşturup bir ağrı kesici daha alarak. Öğleden sonrayı piyanoda şarkı çalmaya çalışarak geçirmişti ve çalışından hiç memnun kalmamıştı, küfredip içiyordu. "Benim oğlum ya buzluktan bir şeyler çözer ya da sonuna kadar gider." "Hastanede bir karışıklık oldu belki", dedi O. "Siz birbirinize benzemiyorsunuz aslında." Sarımsağı kıymayla soğanın üstüne boşalttım. Biraz zeytinyağı döktüm, arkadaşımın annesinden öğrendiğim gibi. Her şeyi büyük bir çanağa boca edip yoğurmaya başladım. Ellerimin vıcık vıcık olmasından hoşnut değildim, fakat hep birlikte masaya oturup yemek yediğimizde buna değecekti. Birkaç köfte yuvarladım, golf topundan biraz daha büyük. "Karışıklık yok", dedi annem. "Onu evlat edindim." "Onu evlat edinmedin", dedi O. "Onu sokakta terk edilmiş olarak bulmadın mı?". "Doğru. Otobüs durağında buldum." "Kesekağıdının içinde",dedi O. Bir sonraki köftem yuvarlak olmadı, yumurta biçimindeydi. Annem güldü ve, "Sen bunu hatırlıyor musun, bebeğim? Seni otobüste bulduğum günü?" Başımı sallayıp köfteleri daha hızlı yuvarlamaya başladım. "Kesekağıdının içinde üşümüşsündür herhalde", dedi O. "Titriyordu onu bulduğumda." "Öz annesi ondan neden kurtulmak istemiş olabilir sence?" Köftelerim küçük kürelerden çok geometrik çarpıklıkları andırıyordu artık. Tuhaf canavarlar. "Gençti belki", dedi annem. "Yoksuldu belki", dedi O. Son canavarı da yuvarladıktan sonra hepsini tavaya boşalttım. Kısık ateşte pişirmem gerekiyordu, fakat öyle yapmadım, bir an önce seslerini kesip yemeleri için onları çabuk pişirmek istedim. Üstlerine yağ döküp tavayı ileri geri salladım. "Ama şimdi çok memnunum böyle bir meleğim olduğu için," dedi, romatizmalı elini omzuma koyarak. "Sen ne düşünüyorsun?". "Ne hakkında?" "Sence annen seni neden otobüs durağına bıraktı?" Köfteler cızırdadı. Tavayı salladım yine. "Beni istemediği için." "Değiştirelim bu konuyu," dedi annem. "Zamanını bana ayırmak istemedi." "Okul nasıldı bugün?" diye sordu annem. "Hayatının bensiz daha iyi olacağını düşündü." Köftelerin birkaçı çatlayıp dağıldı. Bazıları tavaya yapıştı. Tavayı sallamam gerekirdi, ama öylece durup köftelerin yanmasına izin verdim. Annem bardağına içki koydu. "Annen sana okulu sordu," dedi O. "Okul iyi." "Köfteleri yakıyorsun," dedi annem, bir spatula kapıp köfteleri çevirerek. Çoğu küçük parçalara ayrılmış, mutfağı duman basmıştı. "Anasının oğlu," dedi O. "Yemeğin harikulade olacağından hiç kuşkum yok." "O benim annem değil," dedim. "Unuttun mu?" "Sana takılıyorduk sadece," dedi annem. "Ağzını topla," dedi O bana. "Bebeğim," dedi annem, "masayı kurar mısın?" Kömürleşmiş köfteleri tavada gezdirdi. "Beni otobüs durağında buldu, unuttun mu?" "Kes artık," dedi O. "Kavga etmeyin," dedi annem. Ben masaya tabakları, çatalları ve kağıt peçeteleri koyarken O gözlerini bana dikti. Tepesi atacak sandım ama atmadı. "İştahımı yitirdim," dedi. Mutfaktan çıkıp garaja gitti. Annem bana sahte bir gülümsemeyle baktı. Tavayı getirip köfteleri tabaklarımıza koydu. Bazıları yanmıştı, bazıları hâlâ hafif pembeydi, hiçbiri yenecek gibi değildi. Oturduk. İkimiz de çatallarımızı almadık. "Üzgünüm," dedi. "Niçin?" Elimi tutup ağzına götürdü. Öptü. "Birkaç tako çözmemi ister misin?" Tabaklarımızı evyeye bıraktı, buzdolabına gitti, buzluğu açtı ve, "Kahretsin. Tako kalmamış," dedi. Dudaklarını büzdü. Buzluğu kapatıp buzdolabının içine baktı ve başını salladı. Sonra dolaplardan birini açtı. "Cips ister misin?" "Burger King'e gidebilir miyiz?" "Bebeğim, içiyorum ve denetimli serbestlik süresi henüz dolmadı. Araba süremem." Cips torbasını getirip aramıza koydu. "Voilá," dedi. "Akşam yemeği hazır." "Hadi bebeğim. Bir gülümseme bana," dedi. Denedim.

20 Kasım 2017 Pazartesi

Varoluşsal Yalıtım

Kişinin fani olduğunu, ölmesi gerektiğini, özgür olduğunu ve özgürlüğünden kaçamayacağını kabul etmesi bir süreçtir. Ayrıca, insanın karşı konulmaz bir biçimde yalnız olduğunu da öğrenmesi gerekir.

3 çeşit yalıtım bulunmaktadır: Kişiler arası, kişinin kendi içinde ve varoluşsal.


Kişilerarası yalıtım, genellikle yalnızlık olarak yaşanır, kişilerden uzak olmayı ifade eder.

Bunun birçok sebebi vardır:
coğrafi yalıtım, uygun sosyal becerilerin eksikliği, yakınlıkla ilgili çatışmalı duygular veya doyurucu sosyal etkileşime engel olan kişilik tarzı (örneğin; şizoid, narsisistik, sömüren veya yargılayıcı).
Yakınlığı destekleyen kurumlar -geniş aile, komşuluk, kilise, yerli dükkanlar, aile doktoru- gibi kültürel faktörler.
A Kişinin kendi içindeki yalıtım, insanın bazı parçalarını birbirinden ayırdığı yalıtımdır. Freud "yalıtım" terimini, bir savunma mekanizmasını tarif etmek için kullanmıştır. Bu savunma mekanizmasında, hoş olmayan bir deneyim duygudan arındırılır ve çağrışım bağlantıları bozulur, böylece sıradan düşünce sürecinden soyutlanır(1).

Çağdaş psikoterapide yalıtım, savunma mekanizması anlamının yanında, benliğin herhangi bir şekilde parçalanmasından söz etmek için de kullanılmaktadır. Bu nedenle, kişinin kendi içindeki yalıtımı insan ne zaman duygularını veya arzularını bastırırsa, "-meli, -malı'ları" kendi dilekleri gibi kabul ederse, kendi yargılarına güvenmezse veya kendi potansiyelini bastırırsa ortaya çıkar.


Varoluşsal yalıtım ise, insanın kendi ve başka biri arasındaki kapatılamayan uçuruma gönderme yapmaktadır. Daha temel bir yalıtıma da, bireyin kendi ve dünya arasındaki ayrım, göndermede bulunmaktadır.


Olağanüstü derecede keskin varoluşsal yalıtım farkındalığı, Thomas Wolfe'un şu sözlerinde görülmektedir:


"Anlaşılmaz bir yalnızlık ve üzüntü içini kapladı: hayatını ağaçların arasındaki dar koridordan görüyordu ve hep üzgün olanın kendi olacağını biliyordu: küçük kafatasının yuvarlaklığına kapatılmış ve çarpmakta olan kalbinin en gizli yerine hapsedilmiş hayatı hep yalnız geçitlerden geçmeliydi. İnsanların birbirlerine sonsuza dek yabancı kalacaklarını, kimsenin kimseyi gerçekten tanıyamayacağını, annemizin karanlı rahmine hapsolarak hayata onun yüzünü görmeden geldiğimizi, onun koluna bir yabancı olarak verildiğimizi ve kaçılamaz varoluş hapishanesinde sıkışıp kaldığımızı, hangi kol bizi tutarsa tutsun, hangi dudaklar bizi öperse öpsün, hangi kalp bizi ısıtırsa ısıtsın asla kaçamayacağımızı biliyordu. Asla, asla, asla, asla, asla..." (2)


Diğer bir yalıtım çeşidi ise ölümdür. Çevremiz arkadaşlarımızla dolu olsa, herkes aynı anda aynı sebepten ölse bile (eski Mısır'da uşakların da firavunla beraber gömülmek üzere öldürülmeleri veya intihar anlaşmalarında olduğu gibi) ölmek, en temel düzeyde en yalnız insanî deneyimdir:


Güzellik, güç ve nezaket.
Ölüm borusu üflendiğinde
Hepsi son hızla kaçtı benden.
(3)


Özgürlük, beraberinde sorumluluğu getirir; o da yalnızlığı: İnsanın kendi anne-babası olmasının yalnızlığını. Yalnızlık, yaratıcılığı gerektirir. İnsanın yaratıcılığının farkında olması, bir başka yaratıcı ve koruyucudan kendi için beklenti içine girmeyi bırakması demektir. Belki hayvanların bir çoban ve barınağa dair hisleri vardır, ama kendinin farkında olmayla lanetlenen insanoğlu, varoluia maruz kalmak zorundadır.


Erich Fromm, yalıtımın aksiyetenin temel kaynağı olduğuna inanıyordu. Özellikle insanoğlunun çaresizlik duygusunu vurgulamıştı:


"Tek başınalığının ve ayrılığının, doğa ve toplumun güçleri karşısındaki çaresizliğinin farkında olmak, bütün bunlar ayrı bağımsız varoluşu dayanılmaz bir hapishane yapar. Ayrılığın yaşanması, anksiyete uyandırır; bu gerçekten bütün anksiyetelerin kaynağıdır. Ayrı olmak demek, insanî güçlerini kullanma kapasitesi olmaksızın hayat bağının kesilmesi demektir. Bu nedenle, ayrı olmak çaresiz olmak, dünyayı -şeyleri ve insanları- etkin bir biçimde kavrayamamak anlamına gelir; benim karşılık verme yeteneğim olmaksızın dünyanın beni istila etmesidir." (4)


Yalnızlık ve çaresizliğin bu birleşik etkisi, kendi seçimimiz olmayan bir varoluşun içine onayımız olmaksızın itilmiş olduğumuzu fark etmeye yönelik anlaşılabilir duygusal bir tepkidir. Heidegger, bu durumu "fırlatılmışlık" olarak tabir eder.


Bazı kırılma noktalarında, alışıldık hayatımız bildik olandan çıkar. Kurt Reinhardt bunu şu şekilde ifade etmiştir:


"Son derece esrarengiz bir şey onun ve dünyasının bildik nesneleri arasına, onun ve arkadaşlarının arasına, onun ve "değerlerinin" arasına girer. Kendisinin olarak gördüğü her şey solup gözden kaybolunca tutunabileceği hiçbir şey kalmaz. Tehdit eden şey "hiçtir" (hiçbir şey) ve kendini tek başına ve boşlukta bulur. Ama bu karanlık ve korkunç acı gecesi geçince insan rahat bir soluk alır ve kendi kendine: bunun sonuçta "hiçbir şey" olduğunu söyler. "Hiçliği" yaşamıştır." (5)


Nesneler anlamlarını yitirdiklerinde, birey dünyanın yalnızlığı, acımasızlığı ve hiçliğiyle yüzleşme anksiyetesi yaşar. Bu durumdan kaçmak için kişi, kendine çeşitli oyalamalar arar.

Hiçlikle karşılaştığımızda büyük korku ortaya çıkar. Hiçbir şeyin karşısında, hiçbir şey ve hiç kimse bize yardım edemez.
İnsan neyden korkar? "Hiçbir şeyden.".

Esrarengiz sosyal patlamalar birdenbire, bizden bağımsız olarak varolduklarına inandığımız bütün değerlerimizi ve ahlak kurallarımızı yerinden söker. Yahudi soykırımı, kitlesel şiddet, Jonestown toplu intiharı, savaş karmaşası, bütün bunlar içimizde bir korku yaratır, çünkü kötüdürler. Ama aynı zamanda bizi şaşkına da çevirirler, çünkü hiçbir şeyin bizim düşündüğümüz gibi olmadığını, olasılığın hüküm sürdüğünü, herşeyin başka türlü de olabileceğini gösterirler bize; yani düzenli, değerli, iyi olarak gördüğümüz her şey birden ortadan kaybolabilir; sağlam bir zemin yoktur; dünyanın hiçbir yerinde "evimizde değilizdir".


Varoluşsal yalıtım korkusuna karşı en büyük destek, yapısı gereği ilişkiseldir ve varoluşsal yalıtımların klinik belirtilerini anlatışım ister istemez kişilerarası ilişkiler etrafında merkezlenmelidir.


Bununla birlikte, hiçbir ilişki yalıtımı yok edemez. Her birimiz varoluşta yalnızız. Fakat yalnızlık o şekilde paylaşılabilir ki sevgi, yalıtım acısını telafi eder. Buber'in ifade ettiği gibi, "Harika bir ilişki, yüksek yalnızlık duvarlarında gedikler açar, sıkı kurallarına boyun eğdirir ve evren korkusu uçurumu üzerinde kendi-varoluşundan kendi-varoluşuna bir köprü kurar."(6)


Bir ilişkide ideal olan, birbiriyle gereksinimden arınmış tarzda ilişki kuran bireyleri içermesidir. Bu noktada ise, birinin bir başkasını, kendine sağladığı şeyler yüzünden değil de yalnızca o olduğu için sevmesi nasıl olası olabileceği sorusu gündeme gelmektedir.


Başkasıyla ilişki kurmakta, "diyalog kılığına girmiş monologlar" yapma tehlikesi bulunmaktadır.


Abraham Maslow'un "gelişim" ve "eksiklik" odaklı motivasyon anlayışı, yalıtımı anlamak için önemli bir bakış sunmaktadır.


Hayatın erken dönemlerinden başlayarak; güvenlik, ait olma, özdeşleşme, sevgi, saygı, prestij gibi gereksinimleri doyurulan bireyler gelişme odaklıdır: olgunlaşma ve kendini gerçekleştirme için doğuştan getirdikleri potansiyellerini gerçekleştirebilirler. Eksiklik yönelimli bireylere oranla kendilerine daha çok yeterler; onay, övgü, şefkat veya haz elde etmek için çevrelerine daha az bağımlıdırlar.


Diğer taraftan, eksiklikle güdülenen bireyler, diğerleriyle fayda üzerinden ilişki kurar. Diğerinde, kendi gereksinimleriyle bağlantılı bulmadığı yönleri ya hep gözden kaçırır ya da sinirlendirici veya tehdit edici olarak görür.

Fromm'a göre olgunlaşmamış sevgi "seni seviyorum, çünkü sana ihtiyacım var.", der; olgun sevgi, "Sana ihtiyacım var, çünkü seni seviyorum.".


Bir başkasıyla gereksinimden arınmış bir şekilde ilişki kurmak olası mıdır, sorusuna yanıt olarak Buber, Maslow ve Fromm'un düşünceleri ışığında, olgun ilişkinin tanımı ve gereksinimleri şu şekilde ifade edilebilir:

1. Bir başkasıyla ilgilenmek, bencil olmayan bir şekilde ilişki kurmak anlamına gelir: kişi kendi farkındalığını ve bilinçliliğini bırakır; benim için ne düşünüyor ya da bu ilişkide bana göre ne var, düşünceleri olmadan ilişki kurar. İnsan övgü, hayranlık, cinsel rahatlama, güç, para aramaz. Kişi o anda yalnızca diğer insanla ilişkide bulunur: bu etkileşimi izleyen gerçek veya hayali üçüncü taraflar olmamalıdır. Diğer bir deyişle kişi bütün varlığıyla ilişki kurmalıdır: eğer insanın bir parçası başka bir yerdeyse -örneğin, ilişkinin üçüncü bir şahıs üzerindeki etkisini düşünüyorsa- ilişki kurmada o derece başarısız olacaktır.

2. Bir başka insana ilgi duymak, diğer insanı olabildiğince tam olarak tanımak ve yaşamak anlamına gelir. Eğer kişi benceil olmadan ilişki kurarsa, diğer insanı, yalnızca bir fayda amacına hizmet eden kısımları yerine bir bütün olarak yaşayabilir. İnsan diğer kişinin de kendisi hakkında bir dünya kurmuş olan duygulu bir varlık olduğunu kabul ederek kendisini diğerine sunar.


3. Diğeriyle ilgilenmek, diğerinin varlığı ve gelişimi ile ilgilenmek demektir. Samimi dinlemeyle elde edilen tam bilgiyle kişi, diğerlerinin etkileşim anında tam olarak canlı hale gelmesine yardımcı olmaya çabalayabilir.


4. İlgilenmek aktif bir harekettir. Olgun sevgi, sevmektir; sevilmek değil. İnsan diğerine severek verir; diğerine tutulmaz.


5. İlgilemek, insanın dünyada varolma şeklidir; belirli tek bir insanla özel, ele geçmez sihirli bir bağlantı değildir.


6. Olgun ilgilenmek, insanın zenginliğinden doğar yoksulluğundan değil; gelişiminden doğar, gereksiniminden değil. İnsan varolmak, bütün olmak, ezici yalnızlıktan kurtulmak için diğerine gereksinim duyduğu için sevmez. Olgun bir biçimde seven biri, bu gereksinimlerini başka zamanlarda, başka şekillerde karşılamıştır ki, bunun en azı hayatın erken dönemlerinde kişiye doğru akan anne sevgisi değildir. O halde geçmişteki sevgi güç kaynağıdır; şu anki sevgi ise gücün bir sonucudur.


7. İlgi göstermek karşılıklıdır. İnsan gerçekten "diğerine doğru döndüğü" ölçüde değişir. Diğerini hayata getirdiği ölçüde daha canlı hale gelir.


8. Olgun ilgi gösterme ödülsüz değildir. İnsan değişir, zenginleşir, tam olarak gelişir, varoluşsal yalnızlığı zayıflar. İlgi göstermek yoluyla insan ilgi görür. Fakat bu ödüller samimi ilgi göstermeden kaynaklanırlar; onu başlatmazlar. Frankl'ın iyi seçilmiş sözcük oyununu kullanacak olursak, ödüller ardından gelebilir ama ardından gidilemez.


Bunlarla beraber, insan sadece yalnız olamayacağını bu yüzden de hiç elde edemeyeceği bir şeyi diğerlerinden umutsuzca istediğini ve ne kadar denerse denesin ilişkilerinde hep bir şeylerin ters gittiğini bilir.


Ama bir diğer çözüm, benliğin feda edilmesi yönünde yatmaktadır: insan başka bir birey, neden ya da uğraş içine gömülerek yalıtım anksiyetesinden kurtulur. Bu nedenle bireyler, Kierkegaard'ın söylediği gibi iki kez umutsuzluk içindedirler (7): başlangıç olarak temel varoluşsal umutsuzluk içindedirler ve sonra daha ileri umutsuzluk içindedirler, çünkü kendi farkındalıklarını bıraktıkları için umutsuzluk içinde olduklarını bile bilmezler.


En büyük yönelimi birleşme olan bireyler, genellikle "bağımlı" olarak nitelendirilirler. "Baskın olan diğeri" için yaşarlar. Kendi gereksinimlerini bastırırlar, diğerinin ne istediğini anlamaya çalışırlar ve o istekleri kendi istekleri haline getirirler. Her şeyden öte saldırılardan kaçınırlar. Güvenlik ve bireyselleşmeden öte, birleşmeyi seçerler:

"Davranışları, "beni ciddiye alma. Ben yetişkinler kategorisine dahil değilim ve öyle sayılamam," der gibidir. Şakacıdırlar, ama şaka yapmayı seven biri gibi değil, ciddi ve gerçekçi görünmek istemeyen (ya da cesaret edemeyen) biri gibidirler. Sıkıntı verici, hatta trajik olaylardan kahkahalar atarak veya aceleci, kayıtsız bir biçimde, sanki üzerinde zaman harcamaya değemeyecek bir şeymiş gibi söz ederler. Ayrıca kendi yetersizliklerinden abartma eğilimiyle konuşmaya karşı bir hazır oluş da vardır. Başarılar, iyi sonuçlar hafife alınır ya da onların ardından bu başarıları örtecek başarısızlıkların sıralanması gelir. Konuşmaları çoğu kere konudaki hızlı değişimlerle kesilmiş gibidir. Safça sorular soruvermek özgürlüğünü ya da bebek konuşmasını kullanarak "yetişkin olmayanlar" sınıfına sokulmak ve yetişkin olarak sayılmamayı istediklerini gösterirler." (8)


Varoluşsal yalıtım acısından çeşitli yollarla kaçınmaya çalışırız: çoğuz kez sınırları gevşetiriz ve bir başkasıyla birleşmeye çalışırız; bir başkasıyla işbirliği yapmaya çalışırız; bizi daha büyük, daha güçlü veya daha sevilen hale getirecek bir şey alırız diğerinden: Diğerinin asansör olarak kullanılması. Bu çabalar ve daha pek çoklarındaki ortak kişilerarası tema, bireyin diğer insanla birlikte olmamasıdır. Bunun yerine diğerini, bir işleve hizmet etmesi için bir donanım gibi kullanır ve karşılıklı olarak zenginleştirici bir ilişki hiçbir zaman ortaya çıkmaz; bunun yerine uygunsuz bir birlik şekli, yalnızca gelişmeyi engelleyen ve varoluşsal suçluluğu uyandıran ilişkisel başarısızlık meydana gelir.

Odada kaç kişi var?, tipi yaklaşımda ise kişi ilişkiyi veya diğeri üzerindeki etkisini gözlemlemek için kendinin bir parçasını saklar veya farklı göstermeye çalışır. Buber bu durumu şöyle tarif eder:

Hayatlarına görünüşte, oturup birlikte konuşmanın egemen olduğu iki erkeği düşünelim. Onlara Peter ve Paul diyelim. İşin içindeki farklı modelleri sıralayalım. Birincisi, Paul'e görünmek isteyen haliyle Peter ve Peter'a görünmek isteyen haliyle Paul var. Sonra Paul'e gerçekten göründüğü haliyle Peter, yani Paul'deki Peter imgesi var, ki genelde Peter'ın Paul'ün görmesini istediği şeyle uyuşmaz; ve benzeri şekilde bunun tersi bir durum var. Ayrıca, kendisine göründüğü şekliyle bir Peter ve kendisine göründüğü şekliyle bir Paul var. Son olarak da bedensel olarak Peter ve Paul var. İki yaşayan varlık ve ikisi arasındaki konuşmaya çok çeşitli şekillerde karışan altı hayalî görünüş. Hakiki insanlar arası hayat için yer nerede?


Sevecen bir ilişki, bir diğeriyle olan ilişkidir, geçmişteki ya da şu anki bir dış figürle olan bir ilişki değil. Aktarım, art arda gelen çarpıtmalar, gizli güdüler ya da amaçlar; bir diğeriyle kurulan doğal ilişkinin üstün gelmesi için bunların hepsinin bertaraf edilmesi gerekmektedir.

Kaynak: Irvin Yalom'un "Varoluşsal Psikoterapi" kitabının Varoluşsal Yalıtım bölümünden.


(1) S. Freud, "Inhibitions, Symptoms and Anxiety", Londra:Hogarth Press, 1959

(2) T. Wolfe, Look Homeward, Angel (New York: Charles Scribner, 1929), s.31.
(3) M. Abrams vd., ed., Everyman, The Norton Anthology of English Literature, Cilt 1 (New York: W. W. Norton, 1962)
(4) E. Fromm, Sevme Sanatı
(5) K. Reinhardt, The Existential Revolt (New York: Frederick Ungar, 1952), s. 235.
(6) M. Buber, Between Man and Man (New York: Macmillan, 1965)
(7) S. Kierkegaard, Fear and Trembling / The sickness unto Death, (Garden City, N.Y.: Doubleday, Anchor, 1954), s. 177.
(8) L. Fierman, ed. Effective Psychotherapy: The Contribution of Hellmuth Kaiser

19 Kasım 2017 Pazar

Varoluşsal Yalıtım

Anlaşılmaz bir yalnızlık ve üzüntü içini kapladı: hayatını ağaçların arasındaki dar koridordan görüyordu ve hep üzgün olanın kendi olacağını biliyordu: küçük kafatasının yuvarlaklığına kapatılmış ve çarpmakta olan kalbinin en gizli yerine hapsedilmiş hayatı hep yalnız geçitlerden geçmeliydi. İnsanların birbirlerine sonsuza dek yabancı kalacaklarını, kimsenin kimseyi gerçekten tanıyamayacağını, annemizin karanlı rahmine hapsolarak hayata onun yüzünü görmeden geldiğimizi, onun koluna bir yabancı olarak verildiğimizi ve kaçılamaz varolu hapishanesinde sıkışıp kaldığımızı, hangi kol bizi tutarsa tutsun, hangi dudaklar bizi öperse öpsün, hangi kalp bizi ısıtırsa ısıtsın asla kaçamayacağımızı biliyordu. Asla, asla, asla, asla, asla...

5 Kasım 2017 Pazar

Karanlik bir denizde yalniz gemileriz hepimiz

Karanlık bir denizde yalnız gemileriz hepimiz. Diğer gemilerin ışıklarını görürüz - ulaşamadığımız ama varlıklarının ve benzer durumlarının bize biraz rahatlama sağladığı gemilerdir bunlar. Mutlak yalnızlığımızın ve çaresizliğimizin farkındayız. Ama eğer penceresiz hücremizden kaçarsak, aynı yalnız korkuyla yüzyüze olan diğerlerinin farkına varırız. Bizim yalıtım hissimiz, diğerlerine şefkat duymamıza izin verir ve artık o kadar çok korkmayız. Görünmez bir bağ, aynı deneyimi yaşayan insanları bağlar - ister zaman ve mekanda paylaşılan bir hayat deneyimiyle olsun (örneğin, aynı okula gitmek), isterse yalnızca bir olayın seyircileri olarak.

- Irvin Yalom